'Bekâ sorunu' yok mu?

Türkiye'deki yazar- çizerlerin, genel olarak entelijansiyanın analizlerinde gözardı ettiği temel bir gerçek var: Dış dinamiklerin, ülkelerin kaderindeki belirleyici etkisi genellikle, iç dinamiklerden daha fazladır. Bu durum, Türkiye gibi dünya ana karasında, hayati önemi hâiz ülkeler için çok daha fazla geçerli. Mesela 12 Eylül darbesini, askerin sağ- sol kavgalarını sona erdirme hamlesiyle veya ordunun siyaset üzerindeki vesâyet hevesiyle veya Kenan Paşa'nın faşist eğilimleriyle falan îzah ederler de; bu darbe öncesinde SSCB'nin Afganistan'ı işgalini ve aynı dönemde İran'daki Humeyni devrimini, Soğuk Savaş şartlarında 'oyun değiştirici' nitelikteki bu jeopolitik gelişmeleri analizlerine 'asıl belirleyici' faktörler olarak katmazlar. Bu durumun sayısız örnekleri var.

Türkiye, son yıllarda üzerinde ameliyat kararı alınmış bir bölgenin önemli bir unsurudur. Bu ameliyat masasında sadece Irak ile Suriye'nin değil; İran ile Türkiye'nin de bulunduğu her türlü şüpheden azâde. Ama belli ki böyle düşünmeyenler var. Bunlardan biri Fehmi Koru. Bunu, Koru'nun 5 Şubat 2019 tarihinde kendi sitesinde kaleme aldığı, 'Beka sözcüğünü düşününce neden irkiliyorum? Sebebini açıklıyorum...' başlıklı yazısından  anlıyoruz. Fehmi Bey şöyle yazıyor:  "Ülkenin en etkili isimlerinin, onlara destek verenlerin, her dönemde güçlüden yana olanların, yeni teknolojilerin sağladığı imkanları yukarıdakilere hulus çakmak için tepe tepe kullanan trollerin inadına, "Abartmayın, Türkiye'de beka sorunu yoktur" diyorum. Dediğimin kaale alınıp alınmayacağını da önemsemiyorum.Türkiye'de hep bir 'beka' sorunu olmuştur. 'Beka' sözcüğü kullanılmasa ve gerçekte öyle bir sorun olmasa da olmuştur..."

Fehmi Bey, 'Abartmayın, Türkiye'de beka sorunu yoktur' diyorum' diyor.

Şu tabloya bakıp, 'abartıp abartmadığımıza' siz karar verin: Irak ve Suriye, son on yıl içinde etnik ve mezhebî temelde parçalanmıştır. Bugün ne Bağdat'ta alınan kararı Erbil'de; ne de Şam'da alınan bir kararı İdlib'de ya da Kamışlı'da uygulatma imkânı vardır. Bu ülkeler,  başkentlerinde aldıkları kararı ülkenin öteki bölgelerinde uygulatamaz hale gelmenin ötesinde,  fiilen iç savaşa yuvarlanmış durumdalar. Bunlar, Türkiye'nin, güney hattında bin 200 km uzunluğunda ortak sınırı paylaştığı, birbirleriyle insani ve kültürel geçişkenliği olan ülkeler. Bu insanî ve kültürel geçişkenliğe Türkiye de dahildir.

Bu ülkelerin toprak bütünlüklerinin parçalanmasında birinci derecede rol oynayan aktör Amerika Birleşik Devletleri oldu. Amerika, belli ki, bölgedeki parçalanmayı devam ettirme hedefiyle, Türkiye'ye karşı en az 35 yıldır silahlı mücadele yürüten PKK'ya, geçen hafta itibariyle, resmi ağızlardan yapılan açıklamayla, '23 bin tır' silah ve cephane vermiş durumda.

Dahası da var.

Daha iki buçuk yıl önce, ülkenin Cumhurbaşkanının canına da kast edecek şekilde talimatı yine Amerika'dan (Pensilvanya'dan) verilmiş bir 'Türkiye'yi teslim alma hamlesi' vukû buldu. Bu tabloya bakıp, 'Türkiye'nin bekâ sorunu yoktur' diyorsanız, buyrun deyin. Fehmi Koru'nun bekâ argümanına dair geçmişten verdiği örnekler bugün Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu tabloyla kâbil-i kıyas şeyler değil; ne 1920'ler, ne 12 Mart, ne 12 Eylül, ne de 27 Nisan'daki 'beka' istismarını bugünle karşılaştırabiliriz.

Ordunun içine yerleştirilmiş 140 generalin, Pensilvanya'dan gelen bir emirle, doğrudan Pentagon'un bölgeyi 'dizayn' etme planları doğrultusunda hamle yapabildiklerini gördük. Devletin hangi birimlerinde, daha ne kadar ve ne seviyelerde adamları olduğunu bilmiyoruz. TSK'daki, mevcut sayılarına ilişkin Ahmet Zeki Üçok'un verdiği rakamlar esasen insanları uykularından etmeye yeter. Daha iki hafta önce, Türkiye'deki bütün savaş uçaklarının komuta- kontrol merkezi durumundaki Eskişehir Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi (BHHM) Komutanı Tuğgeneral Özkan Edip Akgülay, FETÖ soruşturmaları kapsamında gözaltına alınıp tutuklanmadı mı? Aynı günlerde fiilen uçuş yapan 11 pilot 'FETÖ şüphesiyle' gözaltına alınmadı mı?

Sadece bu iki haber üzerinde birazcık durup düşünen herkes, Türkiye'nin hâlen nasıl vahim bir tabloyla karşı karşıya olduğunu görür.

'Bekâ konusu istismar edilmiyor mu?

'Bekâ' kelimesi, bilhassa yaklaşan yerel seçim arifesinde iktidar sahipleriyle, onların medyadaki şakşakçılarının ağzında yıpranıyor, yıpratılıyor. Bu kaygı üzerinden oy devşirme hesabı açıkça görülüyor. Oysa bekâ, önüne gelen herkesin yerli-yersiz ağzına almaması gereken kavramlar arasındadır. Kaldı ki, AK Parti'nin bu seçimde seçmenden sağlam bir Osmanlı tokadı yemesi ülkenin bekâ kaygısının izâle edilmesinde faydalı bile olabilir. Nihayet, bu bir yerel seçim; ne kadar ağır bir tokat yerse yesin iktidarda kalmaya devam edecektir; bakarsınız böyle bir tokat onun uyanmasına, aklını başına devşirmesine vesîle olur.

'Tehlike' ve 'tehdit' bütünüyle kalkana kadar, veya bu tehdit karşısında en az bu hükümet kadar sağlam duracağına  halkın kâni olacağı yeni bir politik hareket ufukta görününceye kadar- mevcut hükümetin iktidarda kalması bize göre millî menfaatlerin icâbıdır- olmazsa olmaz mesâbesindedir.

Bu cümle, bir hükümet övgüsü değil, bir muhalefet yergisidir. (Hükümet, pekçok konuda öyle savruk ve özensiz haller içinde ki, övülecek bir durumu yok zaten.)

Nasıl haller?

Meselâ, Fethullah Gülen'in başında bulunduğu Amerika destekli ihanet örgütüyle mücadele sürecinde tanık olduğumuz ârızalı haller; meselâ kamuoyu algısına hiç ehemmiyet verilmeden yapılan bir takım tayinler ve atamalar, bu örgütle irtibatları açıkça ortada bazı kilit isimlerin îzah edilemeyen şekillerde serbest bırakılışları; meselâ, devlet kurumlarında liyâkat ölçüsünün gözle görülür şekilde terkedilmiş olması ve pozisyonların eş - dost ahbap, partili, yakın akraba arasında dağıtılması, en küçük eleştiriye tahammülsüzlük, tıpkı bekâ kelimesi gibi ihanet kelimelerinin de olur olmaz vesilelerle kolayca ve her türlü ağızda dolaşması gibi haller...Eskiden de perişan durumdaki medyanın, bu dönemde daha da aşağılara inen seviyesinden hiç bahsetmeyelim.

AK Parti son seçimde dokuz puanı işte bu gibi haller yüzünden kaybetmişti. Seçim sonrasında partinin yöneticilerinden, 'mesajı aldık' diye açıklamalar işitildi, ama bunların gereğini yaptıklarını gören olmadı.  Aynı kafada devam ettiler. Seçmen bu partiyi, -ve MHP'yi- FETÖ'sünden PKK'sına; Amerika'sından Avrupa'sına kadar Türkiye hakkında hayırlı rüyalar görmeyen bütün şer odaklarına karşı eldeki bir imkân olarak görüp destekledi, hâlâ destekliyor. Bu sağlam destek karşısında, iktidar partisinden de bunun şuuruyla hareket etmesini beklemek milletin hakkıdır.

Bu seçimde oylar nasıl akar?

Seçmen, bu seçimde de alternatifsizdir. AKP-MHP blokunun karşısındaki cephenin durumu ortada: Amerika ve Avrupa'nın (siz Avrupa kelimesini, ağırlıklı olarak Almanya diye okuyun) Türkiye'ye karşı izledikleri haksız, hukuksuz ve ahlâksız politikalarına tek lâf etmeyen bir CHP; Irak'ı işgal edenlere, Suriye'yi parçalamaya çalışanlara gönüllü asker yazılmaktan utanmayan PKK'nın siyasi uzantısı' konumundaki bir HDP.

Bu tablo karşısında, son seçimde işlemiş dinamiğin bir kez daha işlemesi ve oyların blok içinde kayması şaşırtıcı olmaz.

Yani?

Cumhur ittifakı içinde yine AKP Parti'den MHP'ye dönük bir yönelim olacaktır. MHP, son seçimde, İYİ Parti faktörü sebebiyle, ciddi oy kaybına uğramış, ama kayıplarını AKP'den kendisine akan oylarla telâfi etmişti. AK Parti'den MHP'ye oy akışının sebebi, Bahçeli'nin partisinin başarılı çizgisi değil; AK Partili bir kısmın seçmenin elinin, yukarıdaki saydığımız ârızalar sebebiyle kendi partisine oy vermeye gitmemesiydi. Bu durumda, geçen seçimde, dokuz puan kaybetmiş bir AK Parti'nin o puanları geri alabilmesi zayıf bir ihtimal gibi görünüyor. Kaybedilmiş oyların daha da aşağıları düşmesi çok şaşırtıcı olmaz. Dedik ya, eğer bu partinin titreyip kendine gelmesine vesile olacaksa, oylarda dramatik bir gerileyiş onlar için esasen arzulanması gereken bir durum. 

Tabloya bir de bu açıdan baksınlar.

Abdullah Gül yine 'arayış' içinde mi?

Sözü Fehmi Bey'in sözüyle açtık, onunla kapatalım. Acaba Fehmi Bey'in 'Türkiye'de bekâ sorunu yoktur' sözünü, yakın arkadaşı eski Cumhurbaşkanı Abdulllah Gül'ün tek başına ve/ya Ali Babacan'la ( ve belki de Ahmet Davutoğlu'yla birlikte) yeni parti kurmaya hazırlandığına dair söylentilerle birlikte mi okumalıyız? Eğer Abdullah Bey'in böyle bir niyeti varsa ve yola, 'Türkiye'de bekâ sorunu yoktur' diye çıkacaksa o yolun varacağı bir yer yok. Bugün Türkiye'de öyle bir siyasi vasat var ki, AB'nin, Amerika'nın, büyük sermayenin, 3M Migros'tan mülhem '4M medya'nın (müzmin muhalif mücadele medyası) desteğiyle varacağınız bir menzil yok. (Düşünün ki, bunların yanına, 15 Temmuz'da bir de ihanete teşne 140 general koydular, yine de bir şey yapamadılar)

Kaldı ki, Abdullah Gül isminin, geçen seçimin arifesinde, 28 Nisan 2018'de yaptığı açıklamadan sonra AK Parti tabanında bir ağırlığı kaldığını zannetmiyorum. Gül'ün muhtemelen bütün siyasi hayatı boyunca yaptığı en vahim hata, AK Parti tabanında kendisini sıfırlayan o açıklamaydı. 'Eğer geniş bir mutabakat sağlanabilmiş olsaydı' diye başlayan o açıklamada , mealen, 'HDP ve CHP'nin de içinde olduğu bir blokla hareket edebileceğini, Erdoğan'a karşı aday olabileceğini' söylüyordu. Bütün siyasi hayatı 'ihtiyat' kelimesiyle özetlenebilecek bir ismin bu hatayı nasıl yaptığını anlamak zor.

Her neyse, bize göre siyasette Gül defteri zaten çoktan kapanmıştır. 

Dahası, toplumun AK Parti ve Erdoğan'a verdiği kredi daha bitmiş gibi de görünmüyor.