28 Şubat ve Türkiye'nin Tarihi Yolculuğu

Türkiye'de hemen hemen bütün darbelerin ortak bir kaderi oldu: Siyasi hedeflerine hiç bir zaman erişemedikleri gibi,
iktidardan indirdikleri partiler de farklı isimlerle de olsa eskisinden daha güçlü şekilde iktidara döndüler.

28 Şubat müdahalesi de bir istisna değildi.

Refah Partisi'nin kimi tarih dışı politika ve söylemleri, yükselen yeni muhafazakar kitlelerin temsilindeki zaaflar yüzünden zaten bir süredir bu partide doğum sancıları yaşanıyordu.

28 Şubat, bu doğumun - ya da kopuşun- gerçekleşmesini kolaylaştırdı ve AK Parti 28 Şubat'ın ebeliğinde dünyaya geldi.

1997 Şubatı ile Abdullah Gül'ün 'Yenilikçilerin adayı' olarak, Recai Kutan'a karşı liderlik yarışına girdiği kongre arasında sadece üç yıl var.
O kongreden iki yıl sonra da tankla devrilen Erbakan'ın isyancı çocukları hem de tek başlarına iktidardaydı. 28 Şubat, Erdoğan'ı üç ay hapse atıp 'mağdur' ederek uzun yıllara uzanan iktidar yolunun taşlarını da döşemiş oldu.

28 Şubat AK Parti isimli bu çocuğun doğumunda ebelik ettiyse, 27 Nisan ve sonrasındaki darbe hamleleri de onun büyüyüp serpilmesini sağladı.

Türkiye'nin tarihi yolculuğu

'Bin yıl sürecek' denilen 28 Şubat'ın beş yılda yerle yeksan olmasının izahı Türkiye'nin sosyo - ekonomik ve sosyo-politik dinamiklerinde aranmalı.
Zaman zaman darbelerle kesintiye uğrasa da Türkiye o dinamiklerin belirlediği yolda tarihi yürüyüşünü sürdürüyor.

Anlık, günlük 'resim analizleri'ni bir kenara bırakıp bize asıl tabloyu verecek olan 'süreç analizi' ile bakarsak bu yolun kilometre taşlarını görebiliriz.

20 yüzyılın başından itibaren Mutlakiyet'ten Meşrutiyet'e, Meşrutiyet'ten de Tek Partili Cumhuriyet'e geçildi. Geçen yüzyılın ortasında Tek Partili Cumhuriyet'ten 'Çok Partili bir 'Yarı Demokrasi' istasyonlarına vardık.

Türkiye'nin 90'lı yıllarının 80'li yıllarından, 2000'li yıllarının da 90'lı yıllarından daha ileri bir demokrasi görüntüsü vermesi bundandır. 1950'den sonraki on yılları da bu açıdan incelemeye tâbi tutarsanız bu çizginin neredeyse hiç kırılmadan devam ettiğini görürsünüz.

AK Partili yıllar

2000'li yılların başından askeri vesayetin sona erdirilmesine dönük hamleler, yargı birliğinin sağlanması yolunda atılan adımlar, AB sürecinde Parlamentodan geçen reform yasaları, Kürt sorununun çözümü yolunda atılan adımlar Türkiye'nin 'yarı demokrasi' den 'tam demokrasiye geçiş' sürecini anlatıyor. Bu süreç 15 yıldır ekonomi, dış politika ve demokratikleşme sahalarındaki reformlarla yeni bir ivme kazandı.

Kolay olmadı, kolay olmuyor, bilâkis zor ve sancılı oluyor.

Arap Baharı'nın ikinci safhasında ortaya çıkan jeopolitik konjonktür ve bu konjonktürle doğrudan bağlantılı olarak hem Kürt çözüm sürecinin akâmete uğraması, aynı konjonktürün sonucu olarak tezgâhlanan Gülen darbe hamlesi ve bunlara karşı devletin aldığı 'olağanüstü' tedbirler bu 'tarihi akış' gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

'Diktatör' suçlamalarının yöneltildiği Menderes zamanında da, 'Hanedan' suçlamalarının yönetildiği Özal zamanında da, 'otoriterlik' suçlamalarının yapıldığı 'Erdoğan zamanı' nda da bu tarihi süreç ana akış yönünü değiştirmemiştir.

Askerlerin daha 1960'dan bu yana yaptıkları müdahalelerle durduramadıkları, bırakın durdurmayı kavrayamadıkları akış budur.

28 Şubat 1997 müdahalesi bırakın 'bin yıl' sürmesini, bu yolculukta ancak bir 'yol kazası' olarak kaldı. 28 Şubat darbecileri, bu hamlelerinden sadece beş yıl sonra, mağdur ettikleri büyük toplum kesimlerinin temsilcilerini hem de tek başına iktidarda gördü.

28 Şubat'tan 27 Nisan'a darbe zihniyetindeki süreklilik

Darbe geleneğiyle hesaplaşmayı bir türlü başaramamış olan TSK, Türkiye'nin bu tarihi yolculuğunu da 28 Şubat'ın sonuçlarını da doğru tahlil edemedi.
Eğer edebilmiş olsaydı 27 Nisan 2007'de, yani 28 Şubat'tan on yıl sonra benzer bir hamleye girişmezdi. Zira 27 Nisan e-muhtırası, 28 Şubat 'post modern' darbesinin devamı niteliğindedir.
28 Şubat'ta üzerine vazife gördüğü 'başörtüsü' konusundan rejim sorunu çıkartan TSK içindeki darbeci unsurlar on yıl sonra 27 Nisan'da 'eşi başörtüsü takan Cumhurbaşkanı istemeyiz' diye diretmeye başladı. 'Lâikliğe sözde değil,özde bağlı Cumhurbaşkanı' ifadesinin imâ ettiği asıl mesaj buydu.

Meclis'in eşi başörtülü bir cumhurbaşkanı seçmesini engellemek için başta CHP olmak üzere etki edebildikleri siyasi unsurlar üzerinden önce yasama organındaki doğal işleyişi tıkadılar, sonra 367 garâbet kararını Anayasa Mahkemesi'nden çıkarttırabilmek için yüksek mahkeme üyelerini çeşitli yollarla tehdit ettiler.

O günkü Anayasa Mahkemesi üyelerinin Türk milletine anlatacakları çok şey var.

Peki sonuç ne oldu?

Silah zoruyla aldırılan kararlar yasama ve yargı organlarını pespaye duruma düşürmekten başka hiçbir işe yaramadı. 'Eşi başörtüsü takan bir Cumhurbaşkanı' Çankaya Köşkü'ne çıktı. Türkiye, kendi tarihi yolculuğuna devam etti.

27 Nisan'dan 'Türk tipi başkanlığa'

28 Şubat mühendisliğinin murad ettiği siyasi tablo beş yıl içinde nasıl târümar olduysa 27 Nisan muhtırası da tam tersi sonuçlar verdi.
Cumhurbaşkanını Meclis'e seçtirtmeyen dayatma, sonunda halkın seçtiği Cumhurbaşkanına teslim oldu. Cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle açılan yol, çok geçmeden hükümet sistemi tartışmalarına evrildi ve işte bugün 'Türk tipi başkanlık' noktasına geldik.

Başbakan Binali Yıldırım, "2007'de Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında vesayet dayatması olmasa bugün bu değişiklik Türkiye'nin gündeminde olmayacaktı' derken haksız değildi.

Yani?

Bugün Türkiye'yi 'Türk tipi başkanlık'a götüren yolun taşlarını darbeci zihniyet döşemiştir.

Tarihin doğal akışını durdurmaya çalışan aktörlerin âkıbetini görebilmek için o muhtıraları yazanların -hem kişisel hem kurumsal- bugünkü durumuna bakılabilir.Ayrıca o muhtıranın muhatabı durumundaki siyasi kadroların konumuna bakmak da bir fikir verebilir.

Siyasete batmış ordu

TSK, artık darbe ve dayatma mantığından kendini kurtarmalıdır.

"Siyasete batmış ordu" tablosu hem orduda hem devlette onulmaz yaralar açar. Balkan Savaşları'ndan beri biz bunun bedelini ödeye ödeye geldik. 'Siyasete batmış ordu' ile hükümetler arasında her zaman güvensizlik olur.

Ordunun hükümetle yaşadığı güvensizlik alanlarına hangi aktörlerin girebileceğini, bu alana girdikten sonra hem orduyu hem hükümeti nasıl istismar edebileceğini 15 Temmuz'da çok ağır ve çok acı sonuçlarıyla gördük.

Hulûsi Akar'ın başında bulunduğu ordu kendi ifadesiyle 'Balkan savaşından da rezil bir duruma' düşürülmüşse, sebebi budur.

Gürkan Zengin

28.02.2017