İlker Başbuğ

 

 

İlker Başbuğ, 'Cemaat'in TSK'da yarattığı tasfiyelerden sonra ortaya çıkan tabloyu; bilhassa 15 Temmuz darbesinden sonraki durumu 'TSK bir travma yaşıyor' diye değerlendirmişti. Başbuğ'a göre, 'Türk Silahlı Kuvvetleri Cumhuriyet tarihinin en zor durumundaydı. Haklıydı, ama Türkiye'nin 26. Genelkurmay Başkanı bu travmayı yaratan 'kök sorunu' hiçbir zaman bütün boyutlarıyla tahlil edemedi, ettiyse bile bunu böyle ifade etmedi.

O 'kök sorun' askerin siyasete müdahalesiydi.

2003 yılı başında İstanbul'daki 1. Ordu karargâhında 'Plan Semineri' adı altında hükümeti tedirgin eden konuşmalar yapılırken İlker Başbuğ o ordunun bağlı bulunduğu Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı'ydı. Yani karargâhın âmiriydi. O dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, emekliliğinden sonra yazdığı hatıralarında, Başbuğ için 'Vermediğim emirleri de yetki ve sorumluluklarını aşarak emir olarak yazmıştır' ifadelerini kullanmıştı. O kitapta Aytaç Yalman'ın kurmay başkanı hakkında sonu ünlem işaretiyle biten cümleleri var. Mealen diyordu ki, 'o seminerin o şekilde yapılması benim bilgim dahilinde değil ama İlker Başbuğ'un bilgisi dahilindeydi.' Yalman, Kurmay Başkanını o günlerde, 'aşırı inisiyatif kullanmakla' suçlamıştı.

Yine Aytaç Yalman'ın yazdıklarından anlıyoruz ki, 2002'de AK Parti'nin yüzde 34 oy oranıyla iktidara gelişi, komuta kademesinde bir 'travma' yaratmıştı. Sonraki yıllarda yaşananlar, mesela eşi başörtülü bir Cumhurbaşkanını seçtirmemek için verilen e – muhtıra; bunu başaramayınca parti kapatma/ kapattırma hamlesine girişilmesi hep 2002 sonundaki o büyük travmanın sonuçlarıydı. Bir başka deyişle, askerler yaşadıkları travmanın etkisiyle kendilerine bu travmayı yaşatan hükümeti sıkıştırmaya başlamışlardı; 'travma' yaşama sırası artık hükümetteydi.

Hatırlayalım, 2007 yılında AK Parti hükümetine 27 Nisan e- muhtırası verilirken İlker Başbuğ Kara Kuvvetleri Komutanı'dır. Bu muhtırayı yazan Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt idi ve bunu İlker Başbuğ'dan da öteki kuvvet komutanlarından da habersiz yapmıştı. İlker Başbuğ'un muvazzaf olduğu dönemde de, emekliliğinde de 27 Nisan bildirisini yanlış bulduğuna, buna katılmadığına dair hiçbir açıklaması olmadı. Anayasa Mahkemesi, hukuk tarihimize 'kara leke' olarak geçen 367 kararını verdiğinde, İlker Başbuğ yine Kara Kuvvetleri Komutanı'dır. Yüksek Mahkeme'nin o kararı hangi şartlar, ne tür baskılar altında aldığını Ankara'nın o günlerini bilenler biliyor. 2002 ve 2007 kabinelerinde bakanlık yapmış, askerlerle de doğrudan temas içinde bulunmuş, olaylara birinci elden tanık olan çok önemli bir siyasetçi,  o günleri bize anlatırken askerler için şöyle diyordu: 'Anayasa Mahkemesi üyelerine, 'Bu işi ya siz yapacaksınız ya biz yapacağız!' Bu sözlere karşı, 'Hayır öyle değildi' diyebilecek olan biri var mı?

2008 yılı Mart ayında, AK Parti'ye kapatma davası açıldığında İlker Başbuğ Kara Kuvvetleri Komutanı'dır, birkaç ay sonra da Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturacaktır. O koltuğa oturmasından sonra İlker Başbuğ ile ilgili bir anekdotu emekli askeri savcı Ahmet Zeki Üçok'un kitabından aktaralım:

                          "İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanı olduktan sonra ilk konuşmasını yapmak üzere 14 Nisan 2009 tarihinde Harp Akademileri'ne geliyor. Harp Akademileri Lojmanları'nda oturan emekli komutanlar kendisine yeni görevi için hayırlı olsuna gidiyor. Hayırlı olsuna giden komutanlar arasında eski Hava Kuvvetleri Komutanı Faruk Cömert de var. Faruk Cömert, "- İlker Paşam çok zor bir dönemde göreve geldiniz. Hayırlı olsun. Allah size kolaylık versin' diyor. İlker Paşa Faruk Cömert'e şöyle bir bakıyor ve "Niye Allah bana kolaylık versin? Ben hallederim" diyor. Cömert Paşa bu cevaba çok şaşırıyor ve biraz da sinirlenerek, "İyi o zaman, Allah size kolaylık vermesin" diyerek hızla oradan uzaklaşıyor.

Konuşma tam olarak böyle mi geçti bilemiyoruz, ama Ahmet Zeki Üçok'un yazdığı budur.

Bu profildeki bir komutanın, 2007 yılında gazeteci Tuncay Özkan kendisine TSK'daki Fethulahçı listelerinin bulunduğu flash-diski getirip verdiğinde, bunun üzerine kararlılıkla gitmesi beklenmez mi? İlker Başbuğ'un tek yaptığı, 'İçindeki konular Hava Kuvvetleri personeliyle ilgili' diyerek bunu Genelkurmay üzerinden Hava Kuvvetleri'ne göndermek oldu. O gün, belki kendi görev alanına girmediği için ilgili makama göndermiş olduğu düşünülebilir. Bundan bir yıl sonra Genelkurmay Başkanı olduğunda da, sonrasında da bu flash-diskin âkıbetiyle ilgilendiğine dair bir emâre yoktur. Başbuğ'un âkıbetini merak etmediği o flash-diskin içinde, Kemal Kılıçdaroğlu'nun ifadesiyle, '15 bin subay-astsubay ve 86 general hakkında fişleme' vardı. Üstelik 2007, 2008 ve 2009 yılları Fethullahçı örgütün Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı yürütmekte olduğu 'asimetrik psikolojik harekâtın' en yoğun olduğu dönemdir. Kara Kuvvetleri Komutanıyken İlker Başbuğ'a teslim edilen o flash-diskin mahiyetine bugün bile tam anlamıyla vâkıf değiliz.

İlker Başbuğ,Genelkurmay Başkanı olduktan sonra Nisan 2009'da Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada,  'Bazı din eksenli Cemaatlerin' kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim ettiklerini, çeşitli nedenlerle kendilerinin güçlü bir konuma geldiklerine inanmakta olduklarını, bu imajın ve algının 'yanıltıcı' olduğunu söylüyordu.

Hiç de 'yanıltıcı' olmadığını, Gülen örgütünün  'hukuk adamı' kılığına girmiş savcılarının, hem de o konuşmanın yapıldığı yıl olan 2009'da 'Kozmik Oda'ya girebilmiş olmalarından anlıyoruz!

İlker Başbuğ,  'Bu yapılanlara karşı TSK'nın 'tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek büyük yanılgıdır' diyordu. TSK yapılanlara karşı tepkisiz kalmadı belki, ama etkili olduğunu kim iddia edebilir? Cemaatçiler,  'Kozmik Oda'da arama yapmak istediğinde, İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanı olarak Başbakan Erdoğan'a çıkıp 'Buna izin vermeyin' demişti. Ama etkili olamamış, Başbakan 'savcı- hakim' diye gördüğü bildiği o kadroların TSK'nın ve devletin en mahrem alanlarından birine girmesine izin vermişti. Tek yapabildiği belgelerin binadan çıkartılmasını engellemiş olmaktı. (Gülen örgütünün hukuk adamı kılığındaki kripto elemanları, daha sonra bunu da başaracaktır.)

Şu soruyu sormayalım mı?

İlker Başbuğ'un o gün Başbakanı kozmik odaya girilmemesi için neden ikna edememişti?

Bu sorunun asıl muhatabı o dönemin Başbakanı Erdoğan'dır.

Erdoğan'ı ikna edemeyişinde acaba,

1) Bu başbakanın 2002 sonunda iktidara geldiği günden itibaren askerle yaşadığı serencam etkili olmuş mudur?

2) Bu dönemin yedi yılında "orgeneral" rütbesinde bulunan İlker Başbuğ'a Başbakan nasıl bakıyordu, aralarında tam bir güven ilişkisi mi vardı? Bir başka deyişle, eğer Başbakan ile Genelkurmay Başkanı arasında tam bir güven ilişkisi bulunsaydı Gülen örgütü militanları Kozmik Oda'ya girebilirler miydi?

Burada bir soruyu daha sormak lazım: Bu vak'adan üç yıl sonra, Gülen örgütünün, İlker Başbuğ'u, 'terör örgütü üyesi' diyerek demir parmaklıklar arkasına koyabilmiş olması da,  hükümetle TSK arasındaki güvensizliğin doğrudan veya dolaylı bir sonucu değil miydi? İlker Başbuğ elbette 'terör örgütü üyesi' değildi; zaten onu hapse atan Fethullahçılar da hukuk adamı değildi. 26. Genelkurmay Başkanı eğer hapse atılıp 26 ay hapis yattıysa bu durum, Gülen örgütünün hükümetle asker arasındaki güvensizlik alanına girip orada at oynatması sayesinde oldu. Türk halkı, bu güvenizlik alanının nasıl yaratıldığına dair ne İlker Başbuğ'dan ne silah arkadaşlarından bir özeleştiri işitmiş değil.

Cemaatçiler, İlker Başbuğ'u, 'İnternet Andıcı' üzerinden tutuklayıp cezaevine koydular.

İlker Başbuğ 6 Ocak 2012 günü verdiği ifadede, 2008 Ağustos ayında Genelkurmay Başkanlığı'na gelmesinden sonra 4 Şubat 2009'da bu sitelere ilişkin bir haber yayınlandığını, bunun üzerine konuyu incelettiğini, 'şekil ve içerik açıdan kanuna uygun olmayan' internet sitelerini kapattırdığını' söyleyecekti. İlker Başbuğ, '15 Temmuz Öncesi ve Sonrası' isimli kitabında ise şöyle diyor: "İnternet andıcı, internet sitelerini konu alan, metin kısmı iki sayfadan ibaret tamamlanmış bir karargâh çalışmasıdır. Andıç'ın içinde suç unsuru teşkil edecek bir husus kesinlikle yoktur." 'Şekil ve içerik açıdan kanuna uygun olmayan' sözleriyle, 'İçinde suç teşkil edecek bir husus yoktur' ifadesi arasında bir çelişki yok mudur? Olmadığını düşünüyor olmalı ki bu konuda kamuoyunu aydınlatıcı bir açıklama yapmadı.

Askerler,  2002'de yaşadıkları 'büyük travma' ile 2016 sonrasında yaşadıkları 'travma' arasındaki illiyet bağlarını doğru kuramadıkları sürece Türkiye maalesef daha pekçok travmayla karşılaşacak gibi görünüyor. 53 yıl ordunun üniformasını giyinmiş bir komutanın orduya son büyük hizmeti onun yanlışlarını örtmeye çalışmak mıdır, yoksa ifade edip bunların hem ona hem de ülkeye verdiği zararlara dikkat çekmek mi ?

İlker Başbuğ'un hangisini tercih ettiği bellidir.