Çözüm Sürecini Kimler Neden Nasıl Çökertti?

ÇÖZÜM SÜRECİ NASIL ÇÖKERTİLDİ ?

Kürtlerle Barış: Türkiye İçin Olmazsa Olmaz Şart Türkiye Soğuk Savaş'ın bitiminden sonra bir gerçeğin farkındaydı: Kendi vatandaşı Kürtlerle sorunlarını çözmeden, onlarla barışık bir düzene geçmeden bölge üstü bir güç olması mümkün değildi. Dahası, Kürt sorununun çözümü ülkenin iç barışının ve huzurunun temin edilmesinin de ön şartıydı. Ülkedeki siyasi istikrarın sağlanması, onun sonucu olarak ekonomik istikrarın yakalanması da son tahlilde Kürt sorununun çözümünden geçiyordu. Kendisine, dünyanın ilk on ekonomisinden biri olacağım diye hedef koyan bir ülkenin öncelikle bu sorunu çözmüş olması gerekiyordu. İlk on ekonomiden biri olmak son derece iddialı bir hedef. Bunun için büyük bir üretim ekonomisi olmak, üretilen malların satılacağı pazarlara sahip olmak gerekiyor. Bu hedeflere ulaşabilmek Türkiye'nin, bu ekonomik başarıyı gösterebilmiş öteki ülkeler gibi öncelikle kendi coğrafyasıyla ekonomik bütünleşmesini sağlaması demek. Yani, kendi yakın coğrafyanızdaki ülkelerle iyi ilişkiler kurmak, oradaki büyük nüfus potansiyeline ulaşabilmek şart. Dünyanın ilk on ekonomisi arasında yer alan ülkelerin çoğunun 'kıta ölçekli' olması bu konuda bir fikir verebilir. Ahmet Davutoğlu 2013'deki konuşmasında bu tabloyu şöyle anlatmıştı:

" Diğer dokuz ülkeye bakalım. Amerika Birleşik Devletleri başlı başına bir kıta. Tek başına Teksas bile coğrafi olarak bizden büyük. Rusya, dünyanın en büyük ülkesi, Kanada ile birlikte. Brezilya bizden on misli büyük. Avustralya, Hindistan ve Çin, bunların hepsi kıta ölçekli. Peki, biz bunların arasından nasıl sıyrılacağız? Bunu bir tek yolla yapabiliriz: Sınırlara saygı göstereceğiz ama çevremizdeki hiçbir sınırın duvar olmasına izin vermeyeceğiz."

Soğuk Savaş yıllarında, Türkiye gibi NATO'nun Sovyetler Birliği ile sınırı olan bir güney kanat ülkesinin çevre coğrafyalarla bütünleşmek gibi bir vizyonu olamazdı. İki kutba ayrılmış bir dünyada bu mümkün değildi. Soğuk Savaş'ın ardından gelen ilk 13 yıl ise, ard arda kurulan istikrarsız koalisyon hükümetleri ve ekonomik krizler yüzünden kaybedilmişti. Kaldı ki, ülkenin o yıllardaki demokrasi ve insan hakları sicili de bölgesel entegrasyon hedefinin önünde engeldi. Soğuk Savaş'ın sona ermesinden aşağı yukarı 15 yıl sonra Türkiye böyle bir vizyonu hayata geçirebilmek için elverişli ortamı buldu. 2002, 2007 ve 2011 seçimleri nihayet bir siyasi istikrar ortamı yaratmıştı. Bu dönemde çıkartılan reform niteliğindeki AB uyum yasaları Türkiye'nin sınırlarının ötesinde bazı hamleler yapabilmesine zemin hazırladı. 2001 krizinden sonra piyasalar ve bankacılık sisteminin rasyonalizasyonu ve küresel piyasalardaki bol paranın Türkiye'ye akmaya başlaması, işin ekonomi ayağını da bölgesel entegrasyon hamleleri için elverişli hale getirdi. Türkiye'nin bölgesiyle bütünleşme arayışlarında artık tek engel, ayağındaki pranga diyebileceğimiz Kürt sorunuydu. 2002 ve 2007 seçimlerinden sonra atılan adımlar bu alanda önemli ilerlemeler sağlamıştı. Güneydoğu'da olağanüstü hâl kaldırılmış, kimlik inkârından vazgeçilmiş, dil yasakları tümüyle terkedilmişti. Türkiye'de 'eşit vatandaşlık' zemininde bir arada yaşamayı öngören politikalar bu dönemde devreye girmişti. Avrupa Birliği ile üyelik müzâkereleri de başlamıştı. Türkiye'nin çevre ülkeleriyle de ilişkiler iyi gidiyordu, bölgesel konjonktür müsaitti. Velhasıl, artık sorunu bütünüyle çözmek için daha kararlı adımlar atılabilirdi. O sırada Milli İstihbarat Teşkilâtı'nı yöneten Emre Taner'in fikirleri, yeni hükümetin yeni hükümet programlarında ifade edilen bölgesel entegrasyon vizyonuyla örtüşüyordu. Emre Taner'in 2005 yılında İmralı'ya gidip Öcalan'a devletin bu niyetini açıklaması, onun nabzını yoklaması böyle bir ortamda gerçekleşti. 2005 yılından itibaren Kürt sorununa çözüm yolunda atılmaya başlanan adımları 2013 yılına kadar 'Kavga-Arap Baharı'nda Türk Dış Politikası' kitabımızda anlatmıştık. 2009 yılında artık hükümet tarafından kamuoyuna açıklanabilecek noktaya gelen 'Açılım Süreci' pek çok provokasyonu ve yol kazasını da atlattıktan sonra 2013 yılına kadar gelebilmişti. 21 Mart 2013 Nevruz'unda Abdullah Öcalan'ın bir milyon insanın önünde verdiği mesaj nihai barışa ulaşma yolunda bir dönüm noktası oldu. Son derece zorlu ve ilmek ilmek örülen bir sürecin ardından Abdullah Öcalan'ın 'Silâhlara Veda' çağrısı 21 Mart 2013 günü Diyarbakır Nevruz Parkı'nda ilân edildi. Öcalan şöyle diyordu : " Artık silâhlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun noktasına geldik. Yok sayan, inkâr eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürtüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor. Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silâh değil siyaset öne çıkıyor. Artık silâhlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir. Yüreğini bana açan, bu davaya inanan herkesin sürecin hassasiyetlerini sonuna kadar gözeteceğine inanıyorum." Bu bildiri daha sonra Selahattin Demirtaş'ın da söyleyeceği gibi bir 'mutabakat metni'ydi ve metin Başbakanlık'la İmralı arasında defalarca gidip gelmiş, üzerinde oynamalar yapılmış, nihai halini bu şekilde almıştı. O gün bilinmiyordu ama aslında o metin 'Dört Basamaklı Merdiven Stratejisi' diye anılacak bir yol haritasının ilk adımıydı. Bundan sonra fiili ateşkes anlamına gelen 'çatışmasızlık', PKK silâhlı unsurlarının sınır dışına çıkmaları, silâh bırakma görüşmeleri ve sonunda silâhın tamamen bırakılması basamakları gelecekti. Nitekim, PKK silâhlı unsurları 8 Mayıs 2013'te Türkiye topraklarından çıkmaya başladı. 2013 yılında yayınlanan KAVGA kitabımızın 'Yüzyıllık Yaranın Kapanması' bölümü şu satırlarla bitiyordu: " Yaşadığımız coğrafyanın bin yıllık tarihi ve kültürel gerçeği, Türklerle Kürtlerin geçen bin yılda her şeye rağmen bir kader ortaklığı yaptığını gösteriyor. Soğukkanlı ve objektif analizler bu birlikteliğin şartlarının devam ettiğini, üstelik bu birlikteliğin devamı halinde Anadolu'nun daha huzurlu ve müreffeh bir coğrafya parçası olmaya doğru gittiğini göstermektedir. Sokakta, çarşıda, pazarda tarih zaten hükmünü yürütmektedir. Kürtler ve Türkler adına konuştuğunu söyleyen siyasetçiler de tarihi rollerini Anadolu insanından yana kullanmayı becerebilmeliler. Tarihin gözü onların üzerindedir." Bu satırların yazılmasının üzerinden beş yıl geçti, o sırada Türk- Kürt barışına dönük arayışlar o zamana kadar görülmediği kadar olumlu bir seyir izliyordu. Otuz yıldır akan kanın durması hiç de uzak olmayan bir ihtimal olarak beliriyor, Anadolu insanının gözünde bir umut ışığı yanmaya başlıyordu. Türkiye'de silâhların gömüleceği, birlikte yeni bir geleceğin inşa edilebileceği bir zemin yakalanmıştı. Nihayet Anadolu insanı da Türküyle Kürdüyle güzel günler görecekti. Ama kabul edelim ki herkesin içinde bir tedirginlik vardı; acaba yine bir yerden bir provokasyon, bir baltalama hamlesi gelir mi kuşkusu da insanların içini kemiriyordu. Zira, yüz yıllık yakıcı bir sorunu nihayet çözmekten bahsediliyordu ve yürünecek yol mayınlıydı. Beş yıl önce yazdığımız kitapta, 'tarihin gözü bu aktörlerin üzerindedir' demiştik. Tarih, bu aktörlerin büyük fırsatları nasıl teptiklerini, önderlik ettikleri halkların başına ne büyük felâketler açtığının örnekleriyle doludur. Tarih boyunca bu kanlı olayları görmüş kadim halkların temkinli ve tedirgin olması bundandı. Nitekim, çok geçmeden bu endişelerin yersiz olmadığı ortaya çıkacaktı.

Çözüm süreci önce Gezi mayınına çarpıyor

Abdullah Öcalan'ın 21 Mart 2013 tarihindeki 'Silâhlara Veda' çağrısının üzerinden henüz iki buçuk ay geçmişti ki, bir anda İstanbul'dan başlayarak bütün ülkeyi kasıp kavuran 'Gezi olayları' patlak verdi. Taksim'in ortasındaki Gezi Parkı'nın bulunduğu alanda yapılacak 'Taksim Kışlası' için belediye ekipleri parkta ağaç kesmeye başlamışlardı. Bu haber çevredeki insanların tepkisiyle karşılaştı. Belediye ekipleriyle itiş kakış şeklinde başlayan olaylar giderek yayıldı. Yerel yöneticilerin tavrı, Ankara'dan yapılan açıklamalar meselenin bırakın suhûletle halledilmesini, yangına dökülen benzin etkisi yaptı. İlk üç gün devleti yönetenler süreci o kadar kötü yönettiler ki; bu gerginlik büyüdükçe büyüdü. Durum, bir- iki gün içinde çevrenin korunması hassasiyetiyle gösterilen doğal bir tepkiden çıkıp hükümete yönelik kitlesel bir protestoya dönüştü. İstanbul'un genel olarak üst orta sınıfının oturduğu Kadıköy yakasından vapurlar, Avrupa yakasında da Maslak- Levent hattında metro trenleri protestolara destek vermek isteyenleri Taksim'e taşıyordu. Protesto edilen şey, o sırada üç seçimi ard arda kazanarak iktidarda kalmış Erdoğan hükümetinin kendisiydi. Erdoğan karşıtı kitleler Gezi Parkı eylemleri üzerinden bir tepki boşalması yaşıyordu. Yasadışı örgütlerin kitlenin içine girip, durumu kendileri için bir propaganda imkânına dönüştürmesiyle iş çığrından çıkmaya başladı. 1-2 Haziran arasındaki 24 saatte 89 polis aracı, 42 özel araç, dört otobüs, 18 belediye aracı, dört kamu binası, 94 işyeri, bir konut, çok sayıda otobüs durağı ateşe verildi. Meydan bir süre sonra bu örgütlerin işgaline uğradı. Bu işgal günlerce devam etti. Meydana hâkim Atatürk Kültür Merkezi başta olmak üzere Taksim'i çevreleyen pek çok binaya yasadışı örgütlerin sembolleri asıldı. Bu semboller günlerce orada asılı durdu. Polis, olaylar daha da vahim hale gelebilir endişesiyle örgütlerin afiş ve pankartlarını binalardan indirmiyor veya indiremiyordu. BBC World, Aljazeera International gibi uluslararası kanallar İstanbul'a akmaya başlamış, kesintisiz yayına geçmişlerdi. Türkiye'de son seçimde yüzde 49 gibi yüksek oy almış bir hükümet vardı ama Avrupa ve Amerika kanalları, Mısır'daki Tahrir Meydanı'nda diktatör Hüsnü Mübarek'in devrilmesine göndermelerle, 'Tahrir-Taksim' benzetmeleri yapıyordu. Tahrir hiç bir zaman özgürce seçme hakkına sahip olamamış, senelerdir ağır bir baskı rejimi altında yaşayan çoğunluğun isyanıydı. Taksim ise, seçilmiş de olsa mevcut iktidardan en hafif tâbiriyle hiç hazzetmeyen, yaşam tarzına müdahale edileceği endişeleri duyan, eğitimli, seçmen sayısı itibariyle ülkedeki azınlığa tekâbül eden bir kesimin isyanıydı. Taksim'de başlayan olaylar İstanbul'dan taşıp Türkiye sathına yayılmaya, hükümete karşı yaygın protesto gösterilerine dönüşmeye başladı. O günlerde 30'dan fazla şehirde protesto gösterileri yapılmaktaydı. Peki, 2013 Gezi Vak'ası'nın Türk- Kürt barış süreciyle ilgisi neydi, barış sürecini anlatırken neden Gezi vak'asından bahsediyoruz? Çünkü, Gezi olaylarının siyasi akış içindeki kısa vadeli en önemli sonucu çözüm süreci üzerinde oldu. Gezi olayları, 2013'ten sonra Devlet- Kandil- İmralı hattında varılan mutabakatı çökerten ilk vak'aydı. Çözüm umutlarının bu sefer gerçekten yeşerdiği, insanların bu sefer sorun çözülüyor mu, nihayet barış sağlanabilecek mi dediği bir aşamada bu olaylar süreci bıçak gibi kesti. Bunun böyle olduğunu o gün bilmiyorduk ama olan buydu. Nitekim, daha sonra İmralı- Ankara hattındaki görüşmelere birinci elden vâkıf Kürt aktörlerden biri, sürecin Gezi olaylarından sonra Öcalan tarafından durdurulduğunu aralarındaki bu satırların yazarının da bulunduğu gazetecilere açıklamıştı. Abdullah Öcalan, İmralı Cezaevi'nde olayları hem odasındaki televizyondan izliyor hem de o günlerde kendisini ziyaret etmesine izin verilen HDP heyetiyle görüşmelerinde durum hakkında bilgi alıyordu. Gezi olaylarının esasen Kürt sorunuyla doğrudan bir ilgisi yoktu. Kürt siyasi hareketi bu olaylara mesafeli durmuş, hatta kuşkuyla yaklaşmış, arkasından ne geleceğini anlamaya çalışmıştı. PKK-HDP çizgisi hükümet karşıtı bu protesto gösterilerine aktif olarak da katılmadı, geri durdu. Kendi kitlelerini hükümet karşıtı bu olaylara katmaktan imtina ettiler. Bazı sol kökenli HDP milletvekilleri Taksim'e çıkıp göstericilere destek verdi ancak örgütsel bir destek yoktu. Bunun anlaşılır bir sebebi vardı kuşkusuz. Kürt sorununun çözümü yolunda Cumhuriyet tarihinin en önemli adımları atılıyordu ve muhatap olarak da ilk kez arkasında büyük kitle desteği olan, bu sayede de çözüm sürecini sonuna kadar taşıyabilecek bir hükümet vardı. İmralı'ya giden heyet üyelerinden yansıdığı kadarıyla Öcalan'ın o sırada bu olaylara ilişkin değerlendirmesi şuydu: İçeride veya dışarıda bir takım güç odakları hükümeti devirmek için düğmeye basmış görünüyor. Hükümetin devrilmesi de bir ihtimal olarak gözardı edilemez.

Öcalan Süreci Durduruyor

Gezi vak'asının yaşandığı günlerde PKK'nın silâhlı unsurları varılan mutabakat gereği Türkiye sınırlarını terketmekteydi. Dağdaki silâhlı kadrolar Mayıs ayının ilk haftasından itibaren yavaş ve küçük gruplar halinde de olsa peyder pey ülke dışına çıkmaktaydı. Abdullah Öcalan'ın kararı o aşamada geldi. Öcalan, PKK'nın silâhlı unsurlarının Türkiye'den çıkma kararını durduruyordu. Bu, ilmek ilmek dokunan bir sürecin çökmesi demekti. Daha iki buçuk ay önce Nevruz mesajıyla silâhlı mücadele devrinin kapandığını ilân etmiş, yüzbinlerce kişinin önünde örgütüne Türkiye sınırlarının dışına çıkma talimatı vererek sürecin en somut adımını atmıştı. Şimdi bu adımdan vazgeçiyordu. Abdullah Öcalan'ın bu kararı alırken amacı süreci çökertmek değildi. Gezi olaylarının yarattığı tablo karşısında kendince bir 'tedbir' alıyordu. Gezi olaylarının nereye evrileceğini göremiyordu, eğer hükümet devrilecekse yerine nasıl bir yönetimin geleceği bilinemezdi. Silâhlı mücadeleye yeniden başlamak gerekebilirdi. Bütün bunları düşünerek silâhlı kadroların ülke içinde kalmasının daha doğru olacağını düşünmüştü. Bu kararını 24 Haziran 2013'te kendisiyle görüşmeye gelen HDP milletvekillerine iletti. Silâhlı unsurların çekilmesini durdurma talimatını alan vekiller bunu hızla Kandil'e ulaştırdı. İmralı'dan gelen bu talimat Kandil'dekilerin canına minnetti. Zaten, çok yavaş biçimde yürüttükleri çekilme sürecini derhal durdurdular. Kandil'deki PKK yönetici kadrosunun -en azından büyük bir bölümünün- çözüm sürecine mesafeli durduğu, bunu esasen Öcalan istiyor diye zoraki yürüttükleri daha en başından biliniyordu. Gezi vak'ası çözüm sürecini aksatmış, hatta durdurmuştu. Sürecin bu olaylar üzerine durması, özellikle Ankara'da bir hayalkırıklığı yaratmıştı, ancak yine bu durum süreç için bir 'çöküş' değil, bir 'yol kazası'ydı. Çünkü, hem hükümetin hem Öcalan'ın çözüm iradesi devam ediyordu. Aslında 2009'da sürecin resmen ilânından sonra da defalarca engellerle, provokasyonlarla karşılaşılmıştı. Süreç ilk kez kesintiye uğramamıştı. O kesintilerden sonra başlayan çatışmalarda çok sayıda insan da hayatını kaybetmişti. Ama bu sefer tablo öyle değildi, çok geçmeden temaslar yeniden başladı, süreç kaldığı yerden devam edecekti. Şimdi yeniden harekete geçip süreci canlandırmak gerekiyordu. Bu noktada karşı tarafın görüşmeler devam ederken dile getirdiği bazı beklentileri vardı. Süreç'e bu noktadan başlanabilirdi. Türk- Kürt barış arayışları hükümetin yeni hamleleriyle yeniden diriltildi ama yola döşenmekte olan başka mayınlar da vardı. Üstelik Gezi vak'asından çok daha büyük tahribat yaratacak mayınlardı bunlar.

'Süreç'e İkinci Darbe Arap Baharı ve 'Rojava Devrimi'

Türkiye ile yürütülen görüşmeler devam ederken, 2010 sonunda patlak veren Arap Baharı bölgedeki bütün dengeleri sarsacak nitelikteydi. 2011 Mart ayından itibaren bu baharın rüzgârları Akdeniz'in doğu kıyılarına, Suriye'ye varmıştı. Son sekiz yıldır mükemmel yürüyen Ankara – Şam ilişkileri Mart 2011'de Suriye'de sokakların hareketlenmesiyle gerilimli bir döneme girdi. Bu konuyu başka bölümlerde anlattığımız için ayrıntılarına girmiyoruz ama şu kadarını söyleyelim ki, Arap Baharı'nın Suriye sahasında Türkiye açısından en büyük sonucu, Türk- Kürt barış sürecini çökertmesi olacaktı. Ankara- Şam ilişkilerinin mükemmel seyrettiği yıllar, PKK'nın ne Suriye'den ne İran'dan ne Irak'tan destek alabildiği yıllardı. Kandil tam bir izolasyon yaşıyordu. 2008 yılında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esed, Ankara'ya Suriye'nin kuzeyindeki 'Kürtlere' karşı ortak askeri harekât düzenleyelim diye teklifte bulunmuştu. Türkiye'nin bu süreçte halklardan yana bir tavır alması Beşar Esed'i Türkiye'ye düşman etti. 'Düşmanımın düşmanı dostumdur' düşüncesiyle Kandil ile yeniden irtibata geçmesi kimse için şaşırtıcı olmadı. Beşar Esed'i iktidarda tutmak isteyen başta İran ve onun çizgisinde hareket eden Irak da aynı tavrı sergileyince, Kandil'deki PKK kadrolarının etrafındaki izolasyon kırılmaya başladı. Arap Baharı, PKK'nın Kandil kadroları için bir can simidi olmuştur. Şam rejiminin ülke içindeki demokratik dönüşüme izin vermeyeceğinin ortaya çıkması, ardından Tahran ve Bağdat gibi bölge ülkelerinin de ona destek vermesiyle Türkiye'nin PKK ile bir çözüm sürecini yürütmesi bölgesel konjonktür itibariyle neredeyse imkânsız hale gelmişti. Bu noktadan sonra sürecin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi ancak Kandil'dekilerin barışı samimiyetle istemeleriyle mümkün olabilirdi. Böyle bir durumun hiç bir zaman olmadığı en başında beri biliniyordu. Kandil, izolasyondan kurtulur kurtulmaz gözünü Ankara'dan ziyade Şam'a, Tahran'a ve sonra zaman içinde konjonktüre bağlı olarak Washington ve Moskova'ya çevirip oyunu onlarla oynamaya başladı. Bu sebeplerle çözüm sürecinin önündeki Suriye mayını öteki bütün mayınların en büyüğüydü. Türk- Kürt barışına bu büyük mayına basmadan erişmek mümkün olabilecek miydi? Beşar Esed rejimi Türkiye'nin artık kendisinin yanında olmadığını gördükten sonra PKK/PYD'ye sıcak mesajlar göndermeye başlamış, ülkenin kuzey bölgelerinde ayrı bir cephe açmak istemediği için bu grupla anlaşma, bazı bölgeleri onlara bırakma yoluna gitmişti. Suriye rejimi bu yolla hem kendisi için daha kritik olan bölgelere güç kaydırma imkânına kavuşuyor hem de isyanı destekleyen Türkiye'ye karşı da bir tehdit yaratmış oluyordu. Bu süreçte Kandil adına sahada faaliyet gösterecek siyasi aktörün adı Demokratik Birlik Partisi (PYD- Partiya Yekitiya Demokrat) idi. PYD, 2003 yılında Öcalan'ın talimatıyla Suriye'de faaliyet göstermesi, orada kendine taban yaratması için kurulmuştu. Suriye'deki halk isyanı başladıktan bir süre sonra silâhlı bir güce duyulan ihtiyaç üzerine PYD'nin silâhlı kanadı olarak Halk Koruma Birlikleri (Yekineyen Parastina Gel-YPG) teşkil edildi. Aslında, Suriye'nin kuzey bölgelerindeki Kürt nüfusun, çoğu Irak KDP'siyle irtibatlı pek çok siyasi hareket ya da partisi vardı. Bu hareketlerin hiçbiri silâhlı değildi. Ortadoğu'nun kuralı bu sahada da işledi ve silâhı olan örgüt çok geçmeden bütün alana hâkim olmaya başladı. YPG, bütün öteki Kürt hareketlerini zaman içinde bölgeden attı, kendisine yakın durmayan kitlelerin bir bölümünü Irak'a, bir bölümünü Suriye'nin başka bölgelerine sürdü. Türkiye çözüm sürecine başlarken esasen işin içine başta PYD olmak üzere Suriye'nin kuzey bölgelerindeki Kürt hareketlerini de dahil etmeye çalışmıştı. Zira, PYD'nin Suriye'nin kuzeyinde taban oluşturabilmiş olmasının önemli sebebi buradaki Kürt nüfusun önemli bir bölümünün vaktiyle oraya Türkiye'den gitmiş olmasıydı. Türkiye o bölgeye erişim sağlayabilmek için iki önemli adım attı. Birincisi, o zaman Suriye rejimi üzerindeki etkisini kullanarak bu insanlara vatandaşlık verilmesini istedi. Zira, Suriye rejimi ülkedeki Kürtleri düşman unsur gibi görüyordu. Ankara'nın yaptığı ikinci hamle, bu alanda eskiden beri var olan Irak KDP'si ile bağlantılı Kürt hareketleriyle PYD arasında bir diyalog kurulmasına çalışmaktı. Suriye'de rejime yönelik protestoların başlamasından sonra kuzeydeki bütün Kürt grupların muhalefet hareketi içinde yer alması Türkiye için önemliydi. Irak KDP'siyle organik bağları olan Kürt partileri Ekim 2011'de Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS-Encümena Niştimaniye Kurdi li Suriye) adı altında bir araya gelmişler, bir süre sonra da Suriye'deki Arap Türkmen ve öteki unsurları da içeren muhalefet yapılanması Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ile mutabakata varmışlardı. Ancak, PKK/PYD unsurları Suriye Ulusal Konseyi'nin çatısı altına girmeye yanaşmıyordu. PKK/PYD kadroları Suriye Ulusal Muhalefeti'yle hareket etmektense, Kürtleri senelerce düşman görmüş, o şekilde davranmış, vatandaşlık bile vermemiş Suriye rejimiyle işbirliği yapmayı daha kazançlı görüyordu. 2010 yılında PYD'nin başına getirilen Salih Müslim geçmişte rejim tarafından tutuklanıp serbest bırakılmış, ülkeye girişi yasaklanmış bir isimdi. Suriye'deki olaylar üzerine Suriye'ye rejim tarafından davet edilmiş, rejim o günlerde Suriye hapishanelerindeki 600 kadar PYD'liyi de serbest bırakmıştı. Şam yönetimi Temmuz 2012'den itibaren kuzeydeki Kürt bölgelerinden çekilmeye başladı. 19 Temmuz 2012'de Ayn el Arab (Kobani), 20 Temmuz'da batıdaki Afrin, 21 Temmuz'da Malikiye (Derik) ve Amude, 23 Temmuz'da Tirbesipi'ye (Kahtaniye) bağlı Sancak, Tel Ziwan ve Tel Cihan köyleri ve Haseke'ye bağlı Girke Lege (Muabbede), 10 Ekim'de de Tel Emir PKK/PYD kontrolüne bırakıldı. Suriye'nin kuzeyinde geniş sahaların kendisine bırakılmış olması Kandil'de geleceğe dönük umutlar yaratıyordu. Abdullah Öcalan belki Türkiye'de devletle 'demokratik özerklik' zemininde mutabakat arayışları içindeydi ama Suriye'deki pasta çok daha büyük görünüyordu. Elbette bu Türkiye'deki taleplerden vazgeçmek anlamına gelmiyordu, dahası Suriye topraklarında elde edilecek 'kazanımlar' Türkiye'deki silâhlı mücadelede ellerini daha da güçlendirebilirdi. PYD'nin (Siz onu Kandil diye okuyun) Suriye'deki isyan sürecinde Şam ile işbirliğine girmiş olmasının Türk- Kürt barış süreci üzerinde tahripkâr sonuçları olacaktı.

Zamana Karşı Yarış

Dağdakilerin okuduğu bu tabloyu İmralı adasında Abdullah Öcalan da okuyordu. Abdullah Öcalan, daha 23 Şubat 2013'te kendisiyle görüşen Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan'a, 'Suriye'deki Kürtler iki tarafla da görüşsünler, haklarını kim verirse onunla çalışsınlar. Kürtler mutlaka özgür savunma gücü oluşturmalı' diye konuşuyordu. 24 Haziran 2013 günü, "Suriye'deki uluslararası güçler her iki kampı da ayrı ayrı silâhlandıracaktır. Biz kendi çıkarlarımız doğrultusunda, gerekirse iki tarafla da ayrı ayrı taktik ittifaklar geliştirebiliriz' diyordu. Bunlar, Öcalan ile o sırada barış görüşmeleri yürüten Türkiye'yi tedirgin eden açıklamalardı. Suriye'de pastanın daha büyük olduğunu düşündükçe içerideki barış görüşmelerine ilgilerini kaybedebilirlerdi, nitekim süreç o yönde işliyordu. Kandil'de bir kanadın Türkiye'yle yürütülen görüşmelerden başından beri hiç hazzetmediği bir sır değildi. 13 Temmuz 2013'te, PKK 9. Kongresi'nde 'halk serhildanlarını bütün Türkiye'ye yayma' kararı aldıklarını duyurmaları bunun bir göstergesiydi. Türkiye, PYD Eş Başkanı Salih Müslim'i işte böyle bir zamanda Türkiye'ye çağırdı. 26 Temmuz 2013'de Ankara'da kendisine iletilen mesaj şuydu: 'Tarihi günlerden geçiyoruz, bir barış iklimi yaratılıyor. Bunu bozacak hamlelerden kaçının.' Ankara, demokratik bir Suriye oluşumuna destek vermesini, dünyanın da kabul ettiği meşru muhalif güçlere katılmasını istiyordu. Türkiye, PYD'den Suriye'de fiili durumlar yaratacak adımlardan kaçınmasını isterken, YPG sahada Rimelan petrol sahası gibi bazı kritik alanları ele geçirmeye başlamıştı. Türkiye'nin korktuğu başına geliyor, Suriye'deki durum her geçen gün daha fazla Türkiye'de yürüyen pazarlıkların bir konusu olmaya başlıyordu. Dahası, Suriye'deki gelişmeler İmralı'daki Öcalan'ın bile iştahını kabartmaya başlamıştı. Öcalan'ın 17 Ağustos 2013 günü söylediği şuydu: "İsveç (İsviçre demek istiyor) gibi kantonlar, özerk bölgeler olur... Afrin, Kobani ve Cezire gibi bölgeler olur... Ama temel stratejik ittifak Türkiye iledir. Bunu Türkiye'ye öneriyoruz. Barzani'ninkinden daha ilkeli bir ilişki olabilir. 900 km'lik sınır var." Abdullah Öcalan ve Kandil ile yürütülen barış görüşmelerinin hızla sonuç vermesi gerekiyordu, aksi halde Suriye sahasında cereyan eden gelişmeler barış inisiyatifinin yok olması sonucunu doğurabilirdi. Bir başka deyişle; Türkiye kendi barış sürecini Suriye'deki savaş sürecinden daha hızlı tamamlamak zorundaydı. Hükümet 03 Eylül 2013 itibariyle bir 'yol haritası' hazırladı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan İmralı'ya gidip bunu Öcalan ile müzâkere etti, 'yüzde yüz mutabakata' varmışlardı. Devlet heyeti Öcalan ile yol haritası üzerinden mutabakata vardığı günlerde, 9 Eylül günü Kandil'den bir açıklama yapıldı. Silâhlı unsurların sınır dışına çekilmesinin durdurulduğunu bildiriyor ve şöyle diyorlardı: 'Hükümet demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü yönünde adımlar atmıyor, verdiği sözleri tutmuyor.' Silâhlı unsurların sınır dışına çıkışının durdurulması kararı iki ay önce Gezi olayları sırasında alınmıştı, o kriz aradan geçen zaman diliminde aşılmıştı. O halde, şimdi böyle bir açıklama yapmanın mantığı neydi? Daha önce belirttiğimiz gibi Kandil işin başından beri çözüm görüşmelerine mesafeliydi. 2009'da başlayan ilk açılım süreci döneminde benzer provokasyonlar girişmişlerdi, bu da onlardan biriydi. Hükümet barış inisiyatifine ivme katmak için 30 Eylül 2013'te yeni bir demokratikleşme paketi açtı. Paket çerçevesinde ismi değiştirilmiş olan köylere eski isimleri iade ediliyor, Türkçede bulunmayan ama Kürtçede mevcut x, w ve q harflerinin kullanımı serbest bırakılıyordu. Ayrıca, seçimlerde yüzde 3'ü geçen bütün partilere hazine yardımını öngören bir düzenlemenin de önü açılıyordu. Türkiye, çözüm sürecini nihayete erdirmek için çırpınıyordu adeta, ancak bunlar süreci kurtarmaya yeterli olacak mıydı? Zira, artık İmralı-Kandil hattı, Suriye sınırının öte yakasında kendi kontrolünün tanınmasını talep etmeye başlamıştı. Süreç'in Suriye'deki gelişmelerle irtibatlandırılması Türkiye'nin en fazla endişe ettiği konuydu artık. Bu endişesinin yersiz olmadığı 9 Kasım'da HDP heyetinin İmralı görüşmesinde ortaya çıkacaktı. Abdullah Öcalan ile HDP heyeti arasındaki görüşmede şöyle bir diyalog geçmişti: -Sırrı Süreyya Önder: "Başbakan bana, tek bir kırmızı çizgim var o da Suriye'dir. Orada Kuzey Irak benzeri bir yapılanmaya asla izin vermeyeceğim' dedi." -Öcalan: "Sen de ona söyle: Biz de merkezi Suriye devleti içerisinde Kürtleri asla eritmeyeceğiz. Bu da bizim kırmızı çizgimizdir." Bu diyalog PKK tarafının artık ölçek büyüttüğünü gösteriyordu. Onlar için artık Suriye sahasındaki gelişmelerden bağımsız şekilde yürütülecek bir çözüm süreci yoktu. Sonrasında yaşanacak pek çok olay bunun başka kanıtlarını ortaya koyacaktı.

Mesut Barzani Diyarbakır'da

Türkiye, 16 Kasım 2013 günü süreçle ilgili olarak sembolik değeri yüksek bir adım attı. Başbakan Erdoğan, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'nin lideri Mesut Barzani'yle birlikte Diyarbakır'daydı. Yanlarına, bölgedeki bütün Kürtlerin gözünde gönlünde bir karşılığı olan sanatçılar Şivan Perver ve İbrahim Tatlıses'i de almışlardı. Diyarbakır'dan bütün bölgeye birlik ve barış mesajı veriliyordu. Türk-Kürt barışının bütün bölgeyi kuşatacak bir barış iklimini yaratacağı gösteriliyordu. Mesut Barzani, Türkiye'nin İmralı ve Kandil ile yürüttüğü süreci destekliyordu. Türkiye aynı günlerde Mesut Barzani ile Abdullah Öcalan arasında bir diyalog zemini yaratmaya çalışıyor, bu amaçla iki Kürt lider arasında mektuplaşmalara aracılık ediyordu. Ankara'nın yapmaya çalıştığı bu iki ismi ortak bir bölgesel işbirliği vizyonunda buluşturmaktı. İyi bir iklim yakalanmıştı. Ama o iklim fazla uzun sürmeyecekti. Türkiye o günlerde bir sabah 17 Aralık soruşturmalarıyla uyandı. Ortalığı bir anda bazı bakanlara dair yolsuzluk iddiaları, telefon tapeleri, gözaltı kararları kapladı. Hükümet bir Cemaat hamlesi ile karşı karşıyaydı. Bir hafta sonra Gülen örgütü bir hamle daha yapacak, 25 Aralık soruşturmaları da 17 Aralık'takilere eklenecekti. 17- 25 Aralık soruşturmaları hükümeti devirmeyi hedefleyen bir hamleydi. Birkaç ay önceki Gezi Parkı olaylarında da hükümet benzer bir tabloyla karşı karşıya kalmıştı. Gezi sürecinde sokaklar üzerinden devrilemeyen hükümet, şimdi polis-yargı hamlesi üzerinden hedef alınmıştı. 17- 25 Aralık'ta yaşananlar da tıpkı Gezi vak'asında olduğu gibi çözüm sürecinin içeriğiyle doğrudan ilgili değildi ama hükümetin varlığı ve devamlılığıyla ilgiliydi. Hükümetin ortadan kalkması, Kürt sorununun çözümünün de başka bahara ertelenmesi anlamına gelecekti. 17- 25 Aralık vak'asının da atlatılmasından sonra 2014 yılının başlarında hükümet dikkatini yeniden İmralı-Kandil hattındaki görüşmelere çevirdi. Gördüğü tablo pek parlak değildi. Zira PYD, Kandil'den verilen talimatla Suriye'nin kuzey bölgelerinde 21 Ocak'ta Cezire'de, 27 Ocak'ta Kobani'de (Ayn el Arab) ve 29 Ocak 2014'te de en batıdaki Afrin'de kanton yönetimi ilân etmişti. Türkiye'nin Suriye içinde 'fiili durumlar yaratmayın' talebine kulak asılmadığının en somut göstergelerinden biri kantonların ilân edilmesiydi. Örgüt, o bölgelerin yönetimini kendi üzerine alıyordu. PYD lideri Salih Müslim, o günlerde Al Jazeera'den Ece Göksedef'e verdiği röportajda, kantonların ilân edilmesine daha önce karar verildiğini ancak 24 Ocak'ta başlayan Cenevre görüşmelerine yakın tarihte ilân etmek için bir süre beklediklerini söylüyordu. Yani, Cenevre'de temsil edilmezsek, Ankara orada bağımsız şekilde temsil edilmemize karşı çıkarsa, tek taraflı adımlar atmaktan çekinmeyiz, mesajı veriliyordu. PYD sadece topraklarda fiili yönetim ilân etmiyor, oralarda yaşayan kendisine bağlı olmayan grupları da bölgeden zorla göndermeye başlıyordu. Özellikle Arap ve Türkmen nüfusu baskı altına alıp, göçe zorladığı uluslararası raporlara girmişti. Türkiye'nin kaygıyla izlediği ama müdahale etmediği/edemediği gelişmelerdi bunlar. Bu noktada hükümet bir hamle daha yaptı. 06 Mart 2014'te bir demokratikleşme paketi daha çıkartıp yerel ve genel seçimlerde Kürtçe propagandayı serbest bıraktı. Aynı düzenleme içinde eş genel başkanlık sistemi yasal hale getiriliyor, tutukluluk süreleri beş yıla indiriliyordu. İktidar partisi o günlerde 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden zaferle çıkmıştı. AKP, ülkenin yüzde 70'ine yakın ilinde yüzde 40'ın üzerinde oy almıştı. Yüzde 10'un altında kaldığı il sayısı sadece üçtü. Bu tablo son derece netâmeli şekilde yürüyen çözüm sürecine halkın onay verdiğinin bir göstergesiydi. Abdullah Öcalan, 1 Haziran 2014 günü yaptığı açıklamada sürecin yeni bir aşamaya geldiğini, bu noktada ciddi bir başlangıç için önemli bir umut olduğunu, bunun korunması gerektiğini söylüyordu. O aşamada Öcalan'a kulak verenler herşeyin yolunda olduğunu, çözüm sürecinin yürümekte olduğunu düşünebilirdi. Aynı günlerde Kandil'den verilen mesajlara bakanlar ise, bu işin sonunun getirilmesinin pek mümkün olmadığına rahatlıkla inanabilirdi.

IŞİD Musul'u Ele Geçiriyor

10 Haziran 2014'te IŞİD sahadaki resmi değiştiren çok önemli bir hamle yaptı. Öyle bir hamleydi ki, Türkiye'deki çözüm sürecinin akışını da etkileyecek sonuçları olacaktı. Bu hamle Musul'un IŞİD tarafından ele geçirilmesiydi. IŞİD, Irak'ın ikinci büyük kentini hem de ciddi bir çatışmaya girmeden ele geçirmişti. Musul'daki binlerce Irak askeri birkaç yüz IŞİD militanının önünden kaçmış, şehri örgüte teslim etmişti. Irak ordusu Nuri el Maliki döneminden başlayarak önemli ölçüde Şii unsurlardan ibaret hale gelmişti. Merkezi yönetime bağlı Şii Irak askerleri Sünni Arap kenti olan Musul'da IŞİD'e karşı hiç direniş göstermeden kaçmıştı. Bölgeden gelen haberler sayıları on binden fazla olan Irak güvenlik güçlerinin, sayısı bini bile bulmayan IŞİD savaşçılarıyla çatışmaya bile girmediklerini gösteriyordu. Üstelik kaçarken Amerika'nın verdiği sofistike silâhları da arkalarında bırakmışlar, Musul bankalarındaki milyonlarca dolar da bu silâhlarla birlikte IŞİD'in eline geçmişti. IŞİD'in Musul'u ele geçirmesi sadece Irak için değil, 2003 yılında bu ülkeyi işgal edip, askerlerini birkaç yıl önce çekmiş Amerika açısından da travmatik bir durumdu. Suriye'de pek çok alanı kontrol eden örgüt şimdi de Musul gibi büyük bir Irak şehrini ele geçirerek bölgede yeni bir düzen kuruyor, Irak ve Suriye'nin sınırlarını fiilen ortadan kaldırıyordu. Amerika açısından tablo vahimdi. Üstelik, Barack Obama yönetimi bu duruma müdahale etmek icin sahaya asker göndermeyi de asla düşünmüyordu. Obama'nın Ortadoğu politikasının en temel özelliği Ortadoğu'ya bir daha asker göndermemekti. Irak'tan askerlerimizi çekeceğiz vaadi seçim kampanyasının en önemli unsurlarından biriydi. Nitekim çekmişti de. Dolayısıyla, Suriye'ye de Irak'a da yeniden asker göndermeye niyeti yoktu. Ama Amerika'ya sahada asker lâzımdı. İşte, PYD/YPG'yi Pentagon'un gözünde giderek daha fazla değerli kılan, sonuçları itibariyle Türkiye'nin barış sürecini tarumar eden tablo da burada ortaya çıktı. Amerika'nın aradığı şey YPG'de, Kandil'in aradığı şey de Amerika'da vardı. Irak- Suriye sahasında bunlar olurken, Türkiye içinde PKK ile yürütülen görüşmelerin yasal zemini üzerinde önemli bir adım daha atıldı. Temmuz 2014'te çözüm sürecinin çerçeve yasası çıkartılmıştı. Öcalan ve PKK ile görüşmelere hukuki zemin sağlayan altı maddelik bir yasaydı bu. PKK ile çözüme ulaşmak için hükümeti ve ona bağlı bürokratları yetkilendiren bir mâhiyeti vardı. Ayrıca çözüm sürecinin tamamlanması için siyasi, hukuki, ekonomik, kültürel adımların atılmasına da yetki veriliyordu. Beşir Atalay, 'Bu çerçevede yasa, halen çalışmaları devam eden, sürece ilişkin daha detaylı somut adımlar içeren yol haritası ve eylem planına temel teşkil edecektir' diyordu. Abdullah Öcalan'ın önemsediği, hükümetin sürece yasal zeminde de angaje olduğunu göstermesi açısından Öcalan'ın her görüşmede üzerinde ısrarla durduğu, talep ettiği bir yasaydı. 2 Temmuz 2014'te İmralı'da HDP'lilere şöyle diyordu: "En önemli realite, sürecin yeni bir aşamaya gelmiş olmasıdır. Taraflar süreci provoke edecek tutumlardan kaçınmalıdır." Mesajı Kandil'e idi, zira oradan yapılan provokatif açıklamaların ardı arkası kesilmiyordu. Bir hafta sonra HDP heyetiyle yaptığı yeni görüşmede hükümete bu yasayı çıkarttığı için teşekkür ediyordu. Öcalan'ın teşekkür mesajını 11 Temmuz 2014'de kamuoyuna onunla İmralı'da görüşen Sırrı Süreyya Önder ile Leyla Zana açıkladı. Öcalan bu mesajında 'herkesin sorumluluk duygusuyla hareket etmesini' istiyordu. Mesajın adresi Kandil'di. Zira, o günlerde yol kesmeler, insan kaçırmalar, vergi adı altında haraç alma gibi uygulamalar Güneydoğu'nun pek çok bölgesinde devam ediyor, devlet çoğu zaman bunlara Süreç'in devam edebilmesi uğruna sessiz kalıyordu. O günlerde İmralı ile Kandil arasında bir tür iyi polis- kötü polis oyunu mu oynanıyordu, bunu bilemiyoruz, zira Öcalan'ın bu uyarısına rağmen Kandil provokatif açıklamalarına devam etti. Örneğin Cemil Bayık, 10 Temmuz 2014'te Aljazeera Türk'e 'Geri çekilme yeniden başlamayacak' diyor, Öcalan'ın provokatif tutumlardan kaçınmalıdır açıklamasından sekiz gün sonra 19 Temmuz 2014'te Azadiye Welat gazetesine, "PKK'nın silâh bırakacağını düşünenler hayâl görüyor" diye konuşuyordu. Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder, üzerinde devlet ile İmralı'nın mutâbık kaldığı yol haritasını alıp İmralı'ya götürüp döndüklerinde Başbakan Davutoğlu onlarla bizzat görüşmek istemişti. Ankara'dakiler, Kandil'den yapılan provokatif açıklamalardan sonra dağ kadrosunun elini taşın altına koyup koymayacağına dair ciddi şüphe içindeydi. 10 Eylül 2014'te Pervin Buldan ile Sırrı Süreyya Önder, Başbakan Davutoğlu ile biraraya geldiler. Başbakan, her şeyin yolunda gittiğini, Kandil'in teyid verdiğini 'kendi kulağıyla' duymak istiyordu. Onlara, "Biz bu adımları atarız, peki yol kesmeler, insan kaçırmalar, şehir dışında çadırlarda yargılama yapmaları bitirip kamu düzenine aykırı işler yapmamanın garantisini veriyor musunuz?" diye sordu. Aldığı cevap, "15 Ekim'e kadar Türkiye'de illegal tek bir faaliyet kalmayacak, iki hafta içinde değişimi göreceksiniz" şeklindeydi. Ama, Türkiye 15 Ekim'e kadar böyle bir şey göremedi. Tam tersine, Kandil'den dağ kadrosunun önceliğinin Türkiye'deki barış süreci değil, Suriye'nin kuzeyindeki toprak kazanımları olduğunu gösteren mesajlar artmaya başladı. Ahmet Davutoğlu o günlerde tabloyu şöyle anlatıyordu: "Etrafımız ateş çemberiyken 30 yıllık bir meseleyi çözmeye çalışıyoruz... Bir an önce diyorum çünkü çok ciddi bir bölgesel istikrarsızlık ortamında yaşıyoruz, her türlü provokasyon olabilir. Beklenmedik olaylar yaşanabilir. " Davutoğlu aynı röportajda, PYD için 'Artık Suriye ve Irak'ta yapacağı tercihleri netleştirmelidir' diye konuşuyordu. Zira o da biliyordu ki, sürecin en zayıf noktası Türkiye içinde değil, Türkiye dışındaydı. O sırada Suriye sahasındaki gelişmeler öyle bir seyir izledi ki, Kandil'i yönetenler Türkiye ile yürütülen görüşmeleri Suriye'deki kazanımlarının devamına engel olarak görmeye başladı. Türkiye'yle içeriği muğlâk bir 'demokratik özerklik' pazarlıkları yapmaktansa, Suriye'de çok daha büyük bir hedefin peşinden gitmeyi tercih ediyorlardı. Türkiye'yle süreci bitirme pahasına bu hedefe yöneldiler. 'Rojava'da ayaklarını yere sağlam bastıklarında Türkiye'yle pazarlık masasına bu sefer daha güçlü şekilde oturabileceklerdi. Eylül 2014 ortalarından itibaren IŞİD'in Kobani'yi (Ayn el Arab) kuşatmaya başlamasıyla bu gerilim daha da yükseldi. Türkiye bir taraftan içeride Kürt sorununun çözümünü de içerecek şekilde demokratikleşme hamleleri yapıyor, bir taraftan İmralı ile görüşme zeminini diri tutmaya uğraşıyordu. Ancak, burada bir gerçeği teslim etmek gerekir ki, Suriye'de PKK/PYD çizgisinin kazanımlarının câzibesi, içeride barış arayışlarını gölgede bırakacak şekilde hızlı ilerliyordu. Çok kısa bir zaman diliminde yüzlerce km'lik alan Beşar Esed rejiminin de desteğiyle PYD'nin eline geçmişti. PYD, buradaki varlığını YPG'nin silâh zoruyla kökleştirmekteydi. Eylül (2014) başında MİT Müsteşarı Hakan Fidan İmralı'da Abdullah Öcalan'la yol haritası üzerinde 'yüzde yüz' mutabakata varırken, Cemil Bayık'ın açıklaması riskin asıl Türkiye dışında olduğunu bir kez daha ortaya koyuyordu. 21 Eylül 2014'te Kandil'de Amberin Zaman'a verdiği demeçte, "Savaşı Eylül sonunda başlatabiliriz, savaş başlatma yetkisi bizdedir... Öcalan'la aramızda bir iş bölümü var. Savaşa biz karar veririz. Ateşkes bizde ve bizim yönetimimizde. Ama barışa, sürecin devamına Önder Apo karar verir. Rollerimiz farklıdır." Cemil Bayık bu sözleri söylerken, Haziran 2014'te IŞİD'in (DEAŞ) Musul'u ele geçirip Suriye sahasında da daha güçlü hale gelmesiyle, PYD/YPG'nin bu sahalarda kendisine kara gücü arayan Amerika'nın radar ekranına girmeye başladığının farkındaydı. Özellikle 10 Haziran günü IŞİD'in Musul'u da ele geçirmesinden sonra Suriye sahasındaki 'cesur Kürt savaşçılar' Amerika'nın gözüne çok daha cazip görünmeye başlamıştı. Öcalan İmralı'da bu durumun ne kadar farkındaydı bilemiyoruz ama muhtemelen Kandil'dekiler bundan emindi. Musul'un IŞİD'in eline geçmesiyle Amerika'nın PKK ile önce Paris'te sonra Erbil'de masaya oturması arasında sadece dört ay vardır. Bu ortamda Kandil'in ve sonra Öcalan'ın gözünde Türkiye ile yürütülen barış görüşmeleri câzibesini çoktan kaybetmişti. Deyim yerindeyse, maraza çıkartıp bu görüşmeleri çökertmek bir ihtiyaç halini almaya başlamıştı, nitekim öyle yaptılar. KCK Yürütme Konseyi'nin, 24 Eylül 2014 günü açıklamasının bu amaçla yapıldığı anlaşılıyordu: "Çatışmasızlığın AKP tarafından ortadan kaldırıldığı ve Kürt halkına yönelik bir savaş tespitine varmış, AKP'nin halkımıza karşı her yerde çok boyutlu yürüttüğü savaşa karşı mücadeleyi her alanda ve her türlü yöntemle yükseltme kararı almıştır."

Kobani: Kaçırılan Fırsat ya da İçine Düşülen Kapan

Kandil'den bu açıklamalar yapılırken, IŞİD örgütü 2014 yılı Eylül ayı başlarından itibaren Türkiye-Suriye sınırında Kürtlerle meskûn Kobani (Ayn el Arab ) bölgesine yönelmeye başladı. Kobani PKK/PYD çizgisinin ilân ettiği ilk kantonlardan biriydi ve batıdaki Afrin ile Cezire arasında yer alıyordu. Bir IŞİD-PKK çatışması kapıdaydı. Türkiye IŞİD'in Kobani'ye yönelmesiyle kritik bir kararla karşı karşıya kaldı. Kendi sınırında IŞİD'i mi yoksa PKK'yı mı görmek istiyordu? Elbette ikisini de istemiyordu ama asıl soru bu değildi. Asıl soru Türkiye, içeride PKK ile barış arayışlarını sürdürürken, sınırın Suriye tarafındaki Kürt nüfusu IŞİD'e karşı korumak için harekete geçecek miydi? Soruyu başka türlü de sormak mümkündü: Türkiye, PYD'nin elindeki bir kantonu IŞİD'e karşı savunacak mıydı? Acaba kantonlardan hazzetmeyen Türkiye, IŞİD eliyle bu kantonlardan birinin ortadan kaldırılmasından memnun mu olurdu? Bu noktada PKK'lılardan üst üste açıklamalar gelmeye başladı. KCK Yürütme Konseyi üyesi Sabri Ok, Rojava ve Kobani üzerindeki Türk devletinin politikalarının çözüm sürecinin kaderini belirleyeceğini söylüyordu. Türkiye'deki kamuoyunun Kobani veya Suriye diye öncelikli bir gündemi yoktu, Türkiye'de öncelik 'Kürtlerle barış' arayışlarındaydı. Nitekim, 'Kobani'den bize ne?' görüşü o günlerde de sık sık seslendiriliyordu. 30 Eylül'de, Kandil'deki yönetim, 'Türkiye içeride barış istiyorsa Suriye'de PKK'nın kontrol ettiği bir alanın IŞİD'e karşı korunması için destek vermesi gerektiğini' söylüyordu. Kandil'in talebi veya sürecin devam edebilmesi için ortaya koyduğu şart buydu. Türk – Kürt barışı bu kez de Kobani parantezine alınıyordu. Türkiye o günlerde Suriye'nin kuzey bölgelerinde rejimin saldırılarından kaçanlar için 'güvenli alan' ve bu alanın saldırılara karşı korunması için de 'uçuşa yasak bölge' talebini seslendiriyor, başta Amerika olmak üzere bütün kritik başkentlerde bunu temin etmek için uğraşıyordu. Kobani bölgesi de bu güvenli bölgenin sınırları içinde olacaktı, eğer Amerika IŞİD'in bu bölgelerden temizlenmesini istiyorsa, Türkiye elini taşın altına koymaya hazırdı ve bunu Amerika'ya defalarca iletmişti. Ama Amerikalılılar kendilerine güvenli bölge önerisi her iletildiğinde havalara bakıyordu. O günlerde sınır ötesine asker göndermeye izin veren tezkere Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeydi. Hükümet Kobani üzerinden onca emek harcanan çözüm sürecinin bir kez daha çökebileceğini görmüştü. Salih Müslim'in ikinci kez Türkiye'ye çağrılmasının sebebi buydu. 04 Ekim 2014 günü MİT yetkilileri Salih Müslim ile, Ahmet Davutoğlu da Ankara'da Selahattin Demirtaş ile ayrı ayrı bu konuyu konuştu. Salih Müslim, Cezire kantonundan Afrin'e, aynı şekilde Cezire'den Kobani tarafına koridor açılmasını talep ediyordu. Suriye sahasında bu birimler arasında coğrafi devamlılık yoktu ama çatışmalar devam ediyordu. Salih Müslim'in talebi, öteki kantonlardan Kobani'ye destek gönderebilmek için sınırın Türkiye tarafınının kulllanılmasıydı. Türkiye, 40 yıldır mücadele ettiği PKK unsurlarının sınırın öbür tarafına nakledilmesini bazı şartlara bağlayarak kabul etmeye hazırdı. Ancak karşılığında kanton uygulamalarından vazgeçmelerini, rejime karşı muhalefetle hareket etmelerini istiyordu. Türkiye'nin en başından itibaren Suriye sahasında PKK/PYD'den üç talebi oldu: 1. Suriye rejimiyle birlikte hareket etmeyin, muhalefete destek verin. 2. Suriye'nin kuzeyinde fiili durumlar yaratacak statüko ilânlarından uzak durun. 3. Sınırda Türkiye için güvenlik riski yaratacak hareketlerden kaçının. Bu talepler reddedildi. PYD'ye o günlerde verdikleri mesajları Davutoğlu şöyle anlatmıştı : 'Bakın çözüm süreci devam ediyor. Bizim sizi PYD olarak düşman görmemiz mümkün değil. Hem Türkiye içinde hem de bölgede bir entegrasyon stratejisi izlerken bırakın Kürtleri, hiçbir bölge halkını düşman görmemiz mümkün değil. Kobani'nin düşmemesi için elimizden geleni yaparız. Dahası, PYD'nin Türkiye'nin de sınırlarını IŞİD'e karşı koruma durumunun da farkındayız. Gelin bu zeminden yürüyelim. Ama Kobani'yi çözüm süreciyle 'doğrudan' irtibatlandırmanın mantığı yok... Çözüm süreci bizim millî projemizdir, vatandaşlık bağını tahkim etmektir. Ama ikircikli ve oportünist bir politika izlediler.." Salih Müslim'in o görüşmeye dair söylediği şuydu: "Türkiye, hiçbir şart koşmadan insani yardım ve destek vaadi verdi. Biz diğer kantonlarımızdan da Kobani'ye destek vereceğiz elbette, ama bunun için Türkiye'nin sınırlarından geçebilmemiz gerekiyor. Türkiye'nin sözünü yerine getirmesini bekliyoruz şimdi." Salih Müslim, Türkiye'nin mesajlarını dinledi ama sadece duymak istediklerini alıp ötekileri kulak ardı etti. Türkiye'ye o gün Kobani sınırında ihtiyaç duyuyorlardı, Türkiye o desteği verebileceğini söylüyordu. Ama bunun şartları vardı. PYD tarafının ise büyük resimde Türkiye'yle hareket etmek, bölgesel entegrasyon hedefine katkı vermek gibi bir dertleri yoktu. Hele hele kanton politikalarından vazgeçmeye kesinlikle yanaşmıyorlardı. Nitekim, Salih Müslim Aljazeera Türk internet sitesinin sorularını cevaplandırırken, 'Türkiye, şartlarını şantaj gibi kullanıyor, bu kabul edilemez. Biz kantonları kaldırmayacağız, yeni Suriye kurulurken bu oluşum örnek teşkil edecek' diyordu. Salih Müslim, Türkiye'nin 'güvenli bölge' oluşturma çabalarına da karşı çıkıyor, 'Birleşmiş Milletler'in oluşturacağı güvenli bölgeye saygılıyız ama güvenli bölge tek taraflı olursa, – Türkiye'yi kastediyor, G.Z.- bunu işgal sayarız' diye konuşuyordu. Salih Müslim, başka ülkelerle birlikte bir güvenli bölge oluşursa buna 'saygı duyacaklarını' söylüyor ama Türkiye'nin tek başına güvenli bölge oluşturmasına karşı çıkıyordu. Bu tavrı sergilerken kendi güçlerine mi güveniyorlardı yoksa güvendikleri başka dağlar mı vardı, bilinmez. Bu cümleyi kuruyoruz zira, daha sonra ortaya çıkmıştı ki, Salih Müslim'in o Türkiye ziyaretinden sonraki durağı Fransa'ydı. Paris'te çok önemli, hatta tarihi nitelikte bir randevusu vardı. PKK, PYD adı altında, tarihinde ilk kez Amerika Birleşik Devletleri ile doğrudan görüşecekti. Bu diyaloğun ayrıntılarına ilerleyen sayfalarda bakacağız. Türkiye Kobani'de Suriye Kürtlerine desteğini IŞİD'e askeri müdahalede bulunarak değil, kapılarını IŞID önünden kaçan on binlerce Kürte açarak verdi. Ayrıca sembolik değeri yüksek bir hamle yaparak, Kuzey Irak'tan gelen az sayıda ama sahada ihtiyaç duyulan sofistike silâhlarla donatılmış KDP'li peşmergeleri YPG'ye destek versinler diye Türkiye sınırından Kobani'ye geçirdi. Ancak, sahadaki satranç tahtasında o noktada yapması gereken hamle bu muydu, tartışılır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 'Türkiye'nin Suriye Kürtlerinin de hâmisi' olduğunu söylüyordu ancak Türkiye Kobani'ye yönelik IŞİD saldırısını püskürtmek için hiçbir hamle yapmıyordu. O noktada IŞİD'e karşı en azından havadan müdahalede bulunmuş olsaydı, bunun Türkiye'nin temel tezlerini güçlendireceği açıktı. Bir kere Kürtlerle barış süreci yürüten bir ülkenin, sınırının hemen öte yakasında onbinlerce Kürtün karşı karşıya bulunduğu bir tehdidi bertaraf etmesi Türkiye'deki Kürt nüfus için son derece anlamlı bir mesaj olurdu. Kaldıki, 'Türkiye, Suriye Kürtlerinin de hâmisidir' diyen bir ülkeden bu beklenirdi. Ayrıca, Türkiye'nin o sırada müdahale etmesi, 'Türkiye IŞİD'e destek veriyor' söylemlerine karşı etkili bir cevap olurdu. Ankara'daki karar vericilerin bu hamle üzerinde kendi içlerinde mutabakat sağlayamadıkları, nihai kararın 'biz karışmayalım' şeklinde çıktığı anlaşılıyor. Türkiye bu fırsatı kaçırmıştı. Hükümetten bu süreçte yapılan, 'Kobani'den bize ne' tarzındaki açıklamalar, içeride kamuoyunun bir kısmı açısından 'haklı' görülebilirdi ama bir başka kesimi açısından sıkıntılıydı. Neden? Çünkü, Suriye'nin kuzeyinde yaşayan Kürtlerle Türkiye kürtleri arasında akrabalık bağları son derece yakındı. Çoğu Türkiye'den oraya göçmüştü. Sınırın iki yakasındaki irtibatlar canlıydı. Ankara'daki karar vericilerin belki de göremediği 'organik bir irtibat'tı bu. Bu süreçte Kobani'de yaşayan Kürt nüfusla, Türkiye içindeki organik irtibatı görememek veya görmezden gelmek o dönemde Ankara'nın yaptığı en önemli hatalardan biri oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 7 Ekim 2014'de Gaziantep'teki konuşmasında söylediği 'Kobani'de düştü düşüyor' sözleri de çarpıtılarak, sanki Kobani'nin düşmesini temenni ediyormuş gibi yansıtılmıştı. Türkiye o hamleyi yapamadı, hamle üstünlüğünü kaybetti. Bundan sonra hareketsiz kalması tersten sonuçlar üretmeye başladı. Hükümet, 'Türkiye, IŞİD'e destek oluyor' propagandalarının hedefine oturtuldu. Kobani kantonunun IŞİD'in kontrolüne girmesini tercih ediyor iddiaları aldı başını gitti. Hükümetin IŞİD ile ideolojik yakınlığından bahsedilmeye başlandı. Türkiye Kobani kapanına düşmüştü ama bu sefer kendi eliyle düşmüştü. Öcalan da artık tamamen Kandil gibi konuşuyordu. 2013 Mart ayında 'silâhlara veda' çağrısı yapan, Türkiye'de 'demokratik özerklik' zemininde barış vizyonuna evet diyen Öcalan gitmiş, artık 'Rojava olmazsa olmaz' mesajları veren, tarihi Türk-Kürt barışının önüne 'Rojava şartı'nı koyan bir Öcalan gelmişti. 2 Ekim 2014'te 'Kobani sürecin ayrılmaz bir parçasıdır' mesajı veriyordu: "Kobani gerçekliği ile sürecin ayrılmaz bir bütün olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatarak herkesi büyük bedellere mal olan bu demokratik yolculuğumuz ve insanlık mücadelesini sahiplenmeye çağırıyorum." Kriz gittikçe büyüyerek çözüm sürecinin üzerine üzerine geliyordu. Bir başka deyişle Suriye krizinin aldığı boyut Türk–Kürt barışını yutmaya başlamıştı. O günlerde Türkiye'nin ihtiyaç halinde sınır ötesine müdahalesi için hükümete yetki veren tezkerenin kabul edilmesini Kandil, 'PKK'ya karşı savaş ilânı' olarak nitelendirecekti: "Bu karar ile Türkiye barış sürecini bitirdi, savaş ilânına eşit bir karar verildi." Oysa tezkere aslında, 1990'dan bu yana PKK ile mücadele için çıkmaktaydı, yeni bir durum değildi. Tezkerenin Suriye topraklarını da kapsaması kararı ilk kez 2012'de Suriye rejiminin attığı top mermisiyle Türk vatandaşların hayatını kaybetmesi üzerine verilmişti. Yani, PKK'nın 'Çözüm sürecini bitirir' dediği şey, çözüm sürecinin başından beri zaten her yıl yenilenmeye devam eden 20 küsur yıllık bir uygulamaydı.

6-7 Ekim Kobani olayları

6 Ekim 2014 günü HDP'den kamuoyuna şöyle bir çağrı yapıldı: "Şu anda toplantı halinde olan HDP MYK'dan halkımıza acil çağrıdır: Kobane'de durum son derece kritiktir. IŞİD saldırılarını ve AKP iktidarının Kobane'ye ambargo tutumunu protesto etmek üzere halklarımızı sokağa çıkmaya ve sokağa çıkmış olanlara destek vermeye çağırıyoruz." Tetikleyeceği olaylarla 50'den fazla insanın ölümüne yol açacak bu çağrı, Pervin Buldan'ın "Devlet ile İmralı arasında yol haritasında mutabakata varıldı" açıklamasından iki gün sonra yapılıyordu. Bu durum, akıp giden süreç içinde asıl belirleyici dinamiğin Ankara – İmralı arasındaki görüşmelerden ziyade, Suriye sahasındaki gelişmeler olduğunun kanıtıydı. İmralı'yla yol haritası üzerinde varılan mutabakatın bir önemi yoktu, ama Salih Müslim'in yani Kandil'in Ankara'dan istediğini alamamış olmasının vardı. Murat Karayılan, 'Salih Müslim'e koridor açılması için söz verildi ama tutulmadı' diyordu. Türkiye'yi köşeye sıkıştırmaya yönelik bir Kandil hamlesiydi. HDP'nin bu çağrısıyla PKK'nın Güneydoğu illerindeki bütün milisleri harekete geçti, şehirlerde ortalık yangın yerine döndü. Müzâkere süreci boyunca müsamaha gördükleri için pek çok yere silâh ve mühimmat depolamışlardı. O süreç boyunca eğittikleri yeni kadrolar, sakladıkları silâhlar devreye sokuldu. Olaylarda 50'den fazla insan hayatını kaybetti, yüzlerce yaralı vardı. PKK'lılar bu şehirlerde binden fazla binayı tahrip ettiler. Vahşet görüntüleri her yerdeydi, 'alan tutuyorlardı.' Bu tablo Meclis'te grubu bulunan bir siyasi partinin çağrısıyla olmuştu. Devlet, olayların çıktığı illerde sokağa hâkim olmakta güçlük çekiyordu. Diyarbakır'da sokağa çıkma yasağı ilân edildi. İlk ve orta dereceli okullar tatil edildi. Bunlar olayları kontrol altına almaya yetmiyordu, durum kontrolden çıkıyordu. PKK militanları olaylar sırasında sadece kamu binalarına değil, eski Hizbullah örgütüyle bağlantılı Hüda Par binalarına da yöneldiler. Bu tablo durumun vahâmetini daha da artıyordu, zira Diyarbakır Hüda Par'ın da belli bir tabanı olan bir şehirdi, iki tarafın taraftarlarının birbirleriyle çatışmaya başlamaları ihtimali tablonun vahâmetini daha da artırıyordu. Bu noktada Abdullah Öcalan'dan devreye girmesi ve HDP tabanına bir çağrı yapması istendi. Öcalan'ın elinden alınan bir mektup olayların durulmasında etkili oldu. 'Elinden alınan' diyoruz, zira mektubun Öcalan'ın elinden çıktığının bilinmesi o sıcak anlarda önemliydi. Öcalan, mektupta örgütüne ve HDP'ye, 'Hükümetle temasa geçmeniz hayatiyet arzetmektedir. Aksi halde önü katliama açık provokasyona yol açmış olacağız' diyordu. Bu tablo Ankara'da büyük bir travma yaratmıştı. Bu olayların bazı noktalarda devletin gözünü açtığını söylemek mümkündür. İçinden geçilen sürecin ne tür olaylara gebe olduğunu da, bu tür olaylar karşısında devletin ne tür tedbirler alması gerektiğini gördüler. Güvenlik birimlerinin hukuki yetkileri, lojistik ihtiyaçları da bu olaylardan sonra yeniden masaya yatırıldı. O noktadan sonra hükümet kamu düzenini tehdit eden örgüt faaliyetlerine göz yummamaya başladı. 24 Ekim'de Meclis'e havale edilen yeni İç Güvenlik Tasarısı, toplu işlenen suçlarda polise 48 saate kadar gözaltı yetkisi veriyordu. Polis, acele hallerde amirin sözlü emiriyle kişinin üstünü, eşyasını ve aracını arama yetkisine sahip olacaktı. Molotof, patlayıcı, yanıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silâhlarla saldıranlara veya buna teşebbüs edenlere karşı, saldırıyı etkisiz kılacak ölçüde silâh kullanabilecekti. Kimlik gizlemek için yüzlerini tamamen veya kısmen, bez gibi malzemelerle örterek toplantı ve gösterilere katılmak yasaklanmıştı. Bunlar, getirilen yeni tedbirlerin sadece birkaçıydı. Bölgedeki valilikler teknik araç ve lojistik açılardan da o aşamadan sonra takviye edilmeye başlandı. Kobani olayları bir yıl sonra başka bazı kalkışmalarla karşı karşıya kalacaktı ama Bu olaylar bir erken uyarı işlevi görmüştü. Bir yıl sonra patlak verecek olaylarda Kobani'de olduğu kadar hazırlıksız olmayacaktı. Kobani olayları barış görüşmelerinin akışı açısından da bir kırılma noktası oldu. Ali Bayramoğlu tabloyu şöyle değerlendirmişti : "6-8 Ekim Kobani olayları, Türkiye'de yürüyen 'barış süreci' için önemli bir kilometre taşı, hatta bir milat oluşturdu. Olaylar iki mekanizmanın gözler önüne serilmesine vesile oldu. Bunlardan birincisi, Türkiye'nin Kürt sorununun bölge dinamikleri üzerinden derinleşmesi, bu çerçevede çapı ve aktörleri itibariyle yeniden tanımlanmayı gerektiren bir aşamaya gelmiş olmasıdır. İkincisi ise, Türk devleti ve Kürt hareketi arasında başlayan, 2013 Nevroz'unda resmen deklare edilen 'görüşmeler'in, tarafların bu görüşmelere verdikleri anlamlar ve barış sürecinden beklentileri açısından ciddi bir krize girmesidir. Rojava faktörü ve Kobani hadisesi bu durumu hem ortaya çıkarmış hem derinleştirmiştir' Kobani olaylarının yaşandığı günler Amerika ile Türkiye arasında İncirlik pazarlığının da devam ettiği günlerdi. Amerika, IŞİD'e karşı hava harekâtlarında İncirlik üssünü kullanmak istiyor, Türkiye de Washington'a bunun ancak bölgede ortak bir vizyonla hareket edilmesi halinde mümkün olabileceğini belirtiyordu. 11 Ekim 2014 günü Başbakanı Davutoğlu Malatya ziyaretinden dönüşünde Amerika'nın İncirlik üssünü kullanma talebine ilişkin şöyle konuşuyordu : "Eğer entegre bir strateji varsa, biz de oyunun içindeysek her türlü katkıyı veririz." Davutoğlu'nun 'entegre strateji' derken kastettiği, Suriye'de aynı amaçlar doğrultusunda birlikte çalışmaktı. Yani, Suriye'deki rejimin geleceğinden, sığınmacı sorununun çözümüne kadar meselenin bütün boyutlarını birlikte düşünen bir stratejik bakışa vurgu yapıyordu. Ancak bu sözleri söylediği 2014 sonlarında Amerika açısından tek bir sorun vardı: IŞİD ile mücadele. Oyunun içine 'esas oğlan' olarak almak istediği aktör PYD/YPG'ydi ve Davutoğlu'nun bu sözleri söylediği günün ertesinde onlarla Paris'te masaya oturacaktı.

Amerika- PKK ile Paris'te Masaya Oturuyor

Amerika'nın PKK ile masaya oturmasının, Amerikalı diplomatların ifadesiyle 'doğrudan temas' etmelerinin tarihi 12 Ekim 2014'dür. Masada oturanlar, Amerika adına Suriye Özel Temsilcisi Daniel Rubinstein, PKK / PYD adına ise Eşbaşkan Salih Müslim idi. Amerikan yönetiminin gizli kanallardan terör örgütleriyle temas etmesi yeni bir durum değildir ama bilebildiğimiz kadarıyla Amerika Birleşik Devletleri resmi makamları üzerinden bir terör örgütüyle ilk kez masaya oturup görüşme yapıyordu. Bu görüşme Paris'te yapıldı. Amerikan yönetimini böyle bir görüşmeye sürükleyen gelişme, IŞİD'in Suriye ve Irak sahasında durdurulamaz ilerleyişiydi. Obama yönetimi bu ilerleyiş karşısında çaresiz kalmış, bu örgütün Musul'u ele geçirip Erbil'e doğru ilerlemeye başlaması üzerine de artık tam anlamıyla bir travma yaşamıştı. Dünyanın tek süper gücü bu ilerleyiş karşısında bir çare üretemiyor, sorunu hava harekatlarıyla çözemeyeceğini görüyor, ama sahaya asker sürmek de istemiyordu. Deyim yerindeyse, Obama yönetimi gözüne far tutulmuş tavşan gibi kalmıştı. 2012 yılında önüne, 'Bakın Sayın Başkan, eğer bugün ılımlı muhalif unsurlara gerçek bir destek vermezsek sahayı radikal örgütlere bırakmış oluruz, o zaman durum çok daha vahim bir hal alır, baş etmesi de çok zor olur' denildiğinde, 'isyancılara silah vererek sonuç alınamayacağını' söylemiş, Pentagon, Dışişleri Bakanlığı ve CIA'in ortak önerisini reddetmişti. 28 Eylül 2014 günü 'Sixty Minutes' programının sorularını cevaplandırırken, 'IŞİD'in ani yükselişini zamanında göremediğini' itiraf etmişti. Obama yönetiminin şimdi gelinen bu vahim ortamda görebildiği tek çare, bir terör örgütüne karşı başka bir terör örgütüyle işbirliği yapmaktı. Sahada binlerce PYD/YPG unsuru vardı, sayıları çoktu. Acaba, Anadolu'nun PKK saflarındaki Kürt çocukları Amerika adına savaşmayı düşünmez miydi? Amerika bunun karşılığını 'bir şekilde' ödemeye hazırdı. IŞİD'e karşı Amerika'nın 1997 yılından beri 'yabancı terör örgütleri listesi'nde duran PKK'yı kullanmak öyle kolay bir karar değildi. Ama yönetim tam bir çaresizlik içindeydi. Soru şuydu: Peki ama, Amerikan devleti bir terör örgütüyle dünyanın gözü önünde böylesine aleni biçimde nasıl işbirliği yapacaktı? Bu noktada PKK'nın adının, militanlar Suriye'ye geçince PYD oluvermesi bir 'imkân' olarak görünüyordu. Elbette buna dünyada kimseyi inandırmak mümkün değildi, hatta insanların zekâsıyla alay etmek olurdu ama nihayet bu sorulara muhatap olacak Amerikalı sözcülerin eline bir argüman verilmiş oluyordu: 'Biz PKK'yı değil, PYD'yi destekliyoruz' diyebileceklerdi. İşte, Daniel Rubinstein Paris'te PKK'yla masaya oturduğunda bu 'imkânı' kullanıyordu. Amerika 'terör örgütüyle' diyaloğunu PYD kılıfı üzerinden yürütecekti. Duruma PKK / PYD tarafından bakıldığında, tablo rüyalarında bile göremeyecekleri kadar muhteşemdi. Amerika ile bırakın askeri işbirliği yapıp ondan silâh desteği almayı, onunla onunla masaya oturmuş olmak hayal ötesi bir durumdu. Örgüt bu sayede uluslararası alanda fiilen meşruiyet kazanıyordu. Masada Amerika açıdan konu basitti. Amerika, PYD'ye silâh verecek, o da bununla IŞİD'e karşı savaşacaktı. Peki ama PYD bunu neden yapacaktı? IŞİD, PKK açısından asıl düşman değildi. Suriye topraklarında Rakka, ve Deyr-i Zor gibi bölgeler, Irak'ta Musul başta olmak üzere IŞİD'in elinde bulunan Sünni Araplarla meskûn yer PKK'nın ilgi alanına girmiyordu. PKK, Paris görüşmesinde ve bir hafta sonra Erbil'de yapılacak ikinci görüşmede bu hizmeti karşılığında kendi öncelikleri, kendi hedefleri doğrultusunda Amerika'dan bir şeyler istemiş olmalıydı. Anadolu'nun Kürt gençleri Amerika için IŞİD ile savaşırken ölecekse bunun bir karşılığı olmalıydı. Kobani'de IŞİD'le savaşmakta olan YPG kadrolarına hava desteği verilmesi şüphesiz Müslim'in taleplerinden biriydi. Nitekim bu destek verilmiştir. Paris'teki ABD- PYD görüşmesinden iki gün sonra 20 Ekim 2014 günü Amerikan C-130 uçakları YPG'ye silâh ve mühimmat indirmeye başlayacaktı. Ama, 'Pentagon'un askeri' olmayı kabul etmelerinin tek karşılığı Kobani'de hava desteği olamazdı. Bu konunun ayrıntıları, bir hafta sonra 16 Ekim'de bu kez Duhok'ta yapılacak görüşmede konuşulacaktı. Ankara- İmralı-Kandil- Washington hattındaki trafikte 16 Ekim 2014 bir başka açıdan da anlamlı bir tarihtir. İlginç bir tesadüf olsa gerek, Ankara ile İmralı arasında üzerinde mutabakata varılan 'yol haritası' HDP'li vekiller tarafından Kandil'e tam da o gün iletilmişti. Aynı gün Erbil'de Kandil'in adamı Salih Müslim Amerika'yla Paris buluşmasından sonra ikinci kritik görüşmesini yapıyordu. Bu kez Salih Müslim'in karşısında Amerika Başkanının Ulusal Güvenlik danışmanlardan Anthony Blinken oturuyordu. Salih Müslim kendilerine verilecek silâhlarla 'Kobani'nin ötesinde de' savaşmayı kabul ettiklerini söylüyordu. Sahada IŞİD'e karşı kendileri adına savaşacak kara gücü arayan Pentagon'un emrine girmeye hazır olduklarını bildiriyorlardı. Peki, PYD'liler Kobani'ye hava desteği dışında Amerika'dan başka ne taleplerde bulunmuşlardı? Bunu bilebilmek için birilerinin bu soruya cevap vermesi gerekmiyor. Paris ve Erbil görüşmelerinden sonra, bir başka deyişle Ekim 2014'den sonra Suriye'nin kuzeyinde Amerika'nın askeri desteğiyle YPG'nin kontrolüne giren yeni alanlar bu sorunun cevabını veriyor. (Bkz Harita : Aralık 2014 'ten Haziran 2016'ya kadar Suriye'nin kuzeyinde PKK'nın kazandığı alanlar) Paris ve Erbil görüşmelerinin, Türkiye'nin imralı- Kandil hattındaki görüşmeleriyle ilgisi ortadadır. O tarihten sonra Kandil'deki KCK yönetiminin Türkiye içindeki çözüm sürecine zaten sınırlı olan angajmanı tümüyle bitmişti. Amerika ile masaya oturmuş, Suriye'de Türkiye sınırı boyunca büyük topraklar kazanmaya başlamış bir PKK'nın, Türk devletiyle Kürt sorununun demokrasi zemininde çözümünü konuşacağına kim inanır? Amerika ile yapılan pazarlıklara dair bilginin Abdullah Öcalan'a ne zaman iletilmiş olduğunu bilemiyoruz, ama o aşamadan sonra Öcalan'ın ilgisi de içerideki 'süreç'ten ziyade sahada küresel güçle varılan bu mutabakatın sonuçları üzerinde yoğunlaşmış olmalı. Bu noktadan hareketle şunu söylemek mümkündür: Bu görüşmelerin yapıldığı 2014 sonbahar aylarından sonra çözüm sürecini ilerletme yönünde atılan adımların aslında pek de kıymet-i harbiyesi yoktu. Yoktu, zira bunları karşı tarafta samimiyetle dinleyecek bir muhatap yoktu. Daha açık ifade edelim, o noktadan sonra Kandil/PYD ekseni, oyunu artık tamamen Amerika ve onun müttefikleriyle oynamaya başlayacaktı. Kandil'deki PKK şefleri, Salih Müslim'in aşağıda Amerikan Ulusal Güvenlik Danışmanı Antony Blinken ile görüştüğü gün yukarıda, dağda HDP'li vekillerin Ankara'dan getirdiği yol haritasına muhtemelen göz ucuyla bile bakmamışlardır. Bir başka deyişle 18 Ekim'de yol haritası önüne geldiğinde Kandil seçimini zaten yapmıştı. Pentagon'un önüne koyduğu 'harita' Türkiye'den gelen – İmralı'nın mutabakatını da içeren - yol haritasından çok daha câzip görünüyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, aynı gün Afganistan dönüşü uçakta gazetecilere, 'İmralı başka, Kandil başka havada' demişti. Elbette öyle olurdu. Çünkü, İmralı'daki Öcalan ya Amerika ile yürütülen pazarlıklardan haberdar olmadığı için ya da bir an önce cezaevinden çıkabilmek için görüşmelerde daha mâkul bir havada olabilirdi, ama artık Amerikan CENTCOM karargâhıyla iş tutmaya başlamış Kandil'in havası doğal olarak başka olacaktı. 'Sol, anti- emperyalist' çizgide PKK'nın 'Rojava Devrimi' Pentagon'un kartal kanatları altında büyüyecekti. Türkiye'nin Yol Haritaları Kandil, Amerika ve Şam'la ve tabii Tahran ile bu ilişkiler içindeyken, Türkiye ile 'yol haritası' üzerinden pazarlıklar yapmaya da devam eti. Bunun sebebi, kuvvetle muhtemel sahadaki kazanımları devam ederken zaman kazanmaktı. Zira, elindeki silâhı bırakmadan, 'terör örgütü' kimliğinden sıyrılmadan dünyanın süper gücüyle doğrudan ilişki kurmuş, onun tarafından silâhlandırılmaya başlamıştı. PKK, başta uluslararası meşruiyet olmak üzere tarihi boyunca hiç eline geçmemiş imkânlara kavuşuyordu. Üstelik Amerika, örgütle bu ilişkiyi kurarken ona Türkiye ile ilişkilerine dair herhangi bir şart öne sürmüyordu. Türkiye'de terör eylemleri yaparken Amerika'dan silâh almaya ve destek görmeye devam edebilecekti. Nitekim, Salih Müslim Paris'te Amerikalı diplomat Daniel Rubinstein ile görüştüğü gün, Kandil'deki PKK şeflerinden Murat Karayılan 'mahalle düzeyinde alan tutmak lâzım' diye talimat veriyordu. Rubinstein görüşmesinden bir hafta sonra, 25 Ekim'de Hakkari Yüksekova'da çarşıda üç asker şehit ediliyor, on bir gün sonra 29 Ekim günü Diyarbakır Bağlar'da, Körhat Caddesi üzerindeki pazarda, Diyarbakır 8'inci Ana Jet Üssü Komutanlığı'nda görevli Astsubay Üstçavuş Necdet Aydoğdu pazarda alışveriş yaparken eşinin yanında katlediliyordu. PKK'nın Ankara ile konuşacak artık nesi vardı? Peki, Ankara'dakiler durumun farkında değil miydi? Paris ve Duhok görüşmelerini bilen, arkasından PKK'ya verilen silâh desteğini gören Türkiye'nin buna rağmen çözüm süreci görüşmelerini sürdürmekteki muradı neydi? Bu durumu sahadaki gerçeklerden ziyade, hükümetin samimiyetiyle açıklamak mümkündür. Muhtemelen, Ankara- İmralı hattındaki görüşmelerin sahaya dönük etkiler yapacağına hâlâ inanmaktaydılar. Kobani'deki 134 günlük IŞİD kuşatması, Amerika'nın ağır bombardıman desteğiyle kırılmış, Kobani krizi aşılmıştı. Ama, geride PYD- Amerika askeri işbirliğinin ilk somut sonucunu bırakarak aşılmıştı. Kobani'de IŞİD'e karşı elde edilen sonuç başka bölgelerde de devreye sokulacaktı. Zaten, PYD'liler Amerika'ya Paris ve Erbil buluşmalarında 'Kobani'nin ötesinde de savaşma 'sözü vermişlerdi. Şimdi sıra o bölgelerdeydi.

Türkiye Boşa Kürek Çekiyor: Dolmabahçe Görüşmesi

28 Şubat 2015'de hükümet kanadından iki bakan ve bir üst düzeyde güvenlik bürokratı ile İmralı-Kandil arasında mekik dokumuş olan iki HDP milletvekili buluştuklarında süreç, sahadaki gelişmelerden bağımsız olarak önemli bir noktaya gelmişti. Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala ve Kamu Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu ile 'İmralı heyeti' olarak bilinen HDP milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, İdris Balûken ve Pervin Buldan Dolmabahçe'deki Başbakanlık ofisinde biraraya geldiler. Bu toplantı bir süredir siyasi çevrelerde büyük beklenti yaratmıştı. Bu toplantıdan önce yol haritasına dair üç temel mutabakat noktası ortaya çıkmıştı. Bunlardan birincisi, görüşme aşamasının vurgulanması ve bunun çerçevesinin kamuoyuna duyurulması. İkincisi, görüşmelere ilişkin bir 'İzleme Komitesi'nin kurulması. Üçüncüsü de, Öcalan'ın PKK'ya silâhı bırakma gündemiyle bir kongre toplama çağrısı yapmasıydı. Bir açıdan bakıldığında, görüşmelerde kritik bir eşiğe gelinmişti. Bu görüşmede işler yolunda giderse, PKK'nın silâh bırakma kongresi tarihi de belirtilerek ilân edilecekti. En azından kağıt üzerinde durum buydu. Bundan önce de süreçten sorumlu Başbakan Yardımcısı süreci takip edecek İzleme Kurulu'ndaki isimlerin belirlenmek üzere olduğunu duyuracaktı. Toplantıdan önce yapılan hazırlıklar sırasında üç mutabakat noktasında sorun yoktu, ama toplantı sonrası kamuoyuna yapılacak açıklamanın içeriğinde mutabakat sağlanamıyordu, yani 'ortak metin' çıkartılamıyordu. İki taraf da sürecin çökmesini istemediği için bu toplantı aşamasını her iki tarafın da kendi metnini okuması formülüyle aşmaya karar verdiler. Bu arada ortak metin açıklanamasa da, hükümet HDP'nin okuyacağı metni görüp onaylamak istedi. HDP'liler bunu kabul etti. HDP'nin okuyacağı metni hükümet tarafı gördü ve onayladı. Böylece görüşme çerçevesine farklı vurgular yapan iki ayrı metin ortaya çıkmıştı. Süreç'i çökertmemek için iki taraf da ayrı ayrı kendi metnini kamuoyuna okudu. HDP'li Sırrı Süreyya Önder'in okuduğu metin birkaç ay önce Öcalan tarafından hazırlanan 'müzâkere yol haritası' olarak adlandırılan ve PKK tarafının bakışını temsil eden 70 sayfalık raporun özetiydi. Çözülmesi istenen konular 10 madde halinde ve soyut bir dille özetleniyordu. Metnin son paragrafında şu ifadeler vardı : "Öcalan'ın temel belirlemesi şudur: Bu 30 yıllık çatışma sürecini kalıcı barışa götürürken, demokratik bir çözüme ulaşmak temel hedefimizdir. Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde, silâhlı mücadeleyi bırakma temelinde, stratejik ve tarihi kararı vermek için PKK'yi bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum. Bu davet, silâhlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin almasına yönelik tarihi bir niyet beyanıdır..." Ali Bayramoğlu'nun tespitiyle, 'bu paragrafta yer alan 'asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde' ifadesi, 'bir ön koşula mı yoksa koşulsuz bir kongreye mi işaret ediyor' sorusu daha sonra yaşanacak tıkanıklıkların merkezinde yer alacaktı. Burada önemli bir uzlaşı noktası şuydu, ortak metin okunması konusunda mutabakat yoktu ama HDP'li vekilin okuduğu metin de hükümetin onayından geçmişti. Hatta, bu metin üzerinde ayrıca görüşmeler yapılmış, gazetelere yansıyan haberlere göre, bu metnin bazı maddelerinde hükümetin itirazları üzerine değişiklikler yapılmıştı. Toplantıda hükümet adına okunan metin, devletin silâh bırakma talebini yineliyordu. Bu metin 28 Şubat 2015 günü okundu. Süreci yürütenlerin önünde iki kritik tarihten biri, yaklaşan 2015 Nevruzu idi. O gün okunan metnin gereği yapılacak, PKK'nın silâh bırakma kararı alacağı kongreyi yapması için çağrıda bulunulacak, hatta o kongrenin tarihi de ilân edilecekti. Sürecin önündeki ikinci kritik tarih ise, 7 Haziran seçimleriydi. Sonra ne oldu? Ne olduğunun ayrıntılarına girmeden bir tespit yapalım. Sonrasında yaşanan gelişmeler, PKK'nın, yani sahadaki asıl güç merkezinin kapsamlı bir barış konusunda kararlı ve niyetli olmadığını bir kez daha göstermişti. Daha ertesi gün, Kandil'den bu mutabakata mesafeli duran açıklamalar gelmeye başladı. Mutabakatın yukarıda altını çizdiğimiz 'asgari müştereğin sağlandığı ilkeler'e dayandığı iddia edilerek, silâh bırakma kongresi için ayak sürümeye başladılar. Kongre'nin toplanabilmesi için bu 10 maddelik 'ön koşul'un sağlanması gerektiğini söylemeye başladılar. Mesela, Kandil'in önemli isimlerinden Mustafa Karasu aynı gün şöyle diyordu: "PKK kongresini yapıp silâh bırakma kararı alacak biçiminde yaklaşımlar demagojidir. Hiç kimsenin PKK adına silâh bırakmasından, PKK'nın kongre yapıp silâh bırakma kararı alacağından söz etmesi mümkün değildir. Hiç kimsenin üzerinde böyle bir vazife yoktur!" Kandil'in bu tavrında Amerika ile girdikleri işbirliğinin derecesi düşünülürse, esasen şaşırtıcı bir durum yoktu. PKK, artık Amerika ile 'askeri işbirliği'ne geçmiş bir örgüt haline gelmişti. O günlerde, Amerikalıların Erbil'de IŞİD'e karşı savaş için kurduğu ortak operasyon merkezinde PYD'nin bir irtibat görevlisi bile vardı. Devlet ise, müzakerelerde mesafe alarak resmi değiştirme çabasındaydı. Ama bugün daha net görüldüğü üzere bu çabaların Kandil'in net tavrı karşısında bir yere ulaşması pek mümkün değildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan'nın çıkışı o günlerde geldi. 20 Mart 2015 günü Ukrayna gezisine çıkmadan önce ve Ukrayna yolunda yaptığı açıklamalarından sonra çözüm süreci artık kağıt üzerinde de yürüyemez hale geliyordu. Erdoğan, hem İzleme Komitesi'ne 'olumlu bakmadığını', hem hükümet üyeleriyle HDP'lilerin yaptığı ortak basın toplantısını 'doğru bulmadığını' söylüyordu. Erdoğan, "Orada hükümet kendi tasarruflarını kullanmışlar. Ama ben de bu durumdan rahatsız olduğumu söyleme hakkına sahibim" Birazdan ayrıntılarını aktaracağımız gibi bu açıklama çözüm sürecine başından beri mesafeli duran Kandil'dekilerin ekmeğine yağ sürecek nitelikteydi. Cumhurbaşkanın bu açıklamaları, aslında üç hafta önceki konuşmasıyla taban tabana zıttı. Hükümet ve HDP adına açıklamaların yapıldığı 28 Şubat günü Suudi Arabistan ziyaretine başlarken gazetecilere şöyle demişti : "Silâhların bırakılması çağrısı çok çok önemli bir beklentiydi. Demokratik açılım süreciyle başlayan bir çağrıydı. Şimdi de çözüm süreciyle devam eden ve bunu artık noktalayalım diye beklediğimiz bir çağrıydı. Tabii çağrılar güzel ama asıl olan uygulamadır. Bu seçim sürecinde bu çağrı bakalım araziye nasıl yansıyacak..." Toplantının yapıldığı gün böyle konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, üç hafta sonra tam tersi mesajlar veriyordu. Tam olarak söylediği şuydu: "Ben olumlu bakmıyorum. Başbakanlığım döneminde de âkil insanlar içinden bir grubun gitmesini nasıl buluyorsunuz diye sorulduğunda, bunları doğru bulmadığımı söylemiştim. Bunlar doğru şeyler değil. Bu konuda işin başından itibaren her ülkede olduğu gibi istihbarat teşkilâtları bunun birinci derecede süreci yönetenleridir... Ben oradaki toplantıyı da doğru bulmuyorum. Çünkü bu toplantıda Hükümetin Başbakan Yardımcısı'yla şu an parlamento içinde olan bir grubun yan yana o resmi vermesini ben şahsen doğru bulmuyorum. Daha önceleri gerektiğinde bir arkadaşımız onlarla görüşmeler yapar ve açıklama yapılırdı. Ama o toplantıda olduğu gibi medyanın karşısına çıkmak suretiyle, iki ayrı metin deklare edilmiyordu. Böyle bir şey hiç yaşanmamıştır. Bunu doğru bulmuyorum. " Herkesi ve bu arada hükümet üyelerini şaşırtan bir açıklamaydı. Erdoğan'ın neden böyle bir âni çıkış yaptığı hâlâ bilinmiyor. Cumhurbaşkanının bu açıklamaları, Davutoğlu hükümetinin bu hamleyi Erdoğan'ın onayı olmadan kendi inisiyatifiyle yaptığını gösteriyordu. Ancak, Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç bunun doğru olmadığını söylüyordu: " Bugün yapılanlardan, yarın geleceğimiz noktadan Sayın Cumhurbaşkanımızın habersiz sayılması mümkün değildir, her şeyi çok iyi bilmektedir. Milli Güvenlik Kurulu ne zaman emretmişse kendisine bilgi sunulmaktadır. Çözüm sürecinde aktör olan bakan arkadaşlarımız tarafından kendilerine arz edilmektedir. " Hükümet İzleme Kurulu'nda ısrar etme kararındaydı : "Çözüm süreci konusunda bugüne kadar atılan adımların bir noktası da izleme heyetinin oluşturulmasıdır. Hükümetimiz bunu uygun görmektedir. Kimin hangi görevleri yapacağı konusunda bir yol haritamız mevcuttur. Ülkeyi yöneten hükümettir, sorumluluk da hükümettedir..." Bülent Arınç, Erdoğan'ın açıklamalarından bahsederken dikkat çekici bir ifade de kullandı : "Acaba bu açıklamalar olmasaydı mektup nasıl olurdu?" Erdoğan'ın bu konuşmasının, Öcalan'ın 2015 Nevruz'unda okunan mektubunun içeriğini olumsuz yönde etkilediğini imâ ediyordu. Bu imânın anlamını Aljazeera Türk muhabiri Gonca Şenay üç gün sonra Başbakanlık kaynaklarından öğrendi. Buna göre, HDP -Kandil-İmralı ile yürütülen görüşmelerde PKK'nın toplayacağı Kongre için tarih de saptanmıştı. Bu tarih, 15 Nisan idi ve Öcalan'ın 21 Mart 2015 Nevruz'unda okunacak mektubunda bu da silâhsızlanma kongresinin toplanacağı tarih olarak ilân edilecekti. Yani, sadece kongre çağrısı yapılmayacak, o kongrenin tarihi de duyurulmuş, iş böylece daha da sağlama alınmış olacaktı. Ancak, Erdoğan'ın İzleme Kurulu'na ve Dolmabahçe toplantısına itiraz etmesi karşı tarafı tedirgin etmiş, kongrenin toplanma tarihi Kandil tarafından mektuptan çıkartılmıştı. Bülent Arınç'ın kastettiği buydu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın o günkü çıkışının sebebi vuzûha kavuşmuş değildir, bu âni fikir değişikliğinde yaklaşan seçimlerin mi yoksa Selahattin Demirtaş'ın 17 Mart günü çıkıp, 'Seni Başkan yaptırtmayacağız' çıkışı mı etkili olmuştu, bunu bilemiyoruz. Kesin olan şey, Kandil'in aradığı fırsatı böylece bulmuş olduğudur.

7 Haziran Seçimleri

7 Haziran (2015) seçimlerinden önce akıllarda bu seçimlerin sonucuna dair birbirini etkileyen iki temel soru vardı. Birincisi, AKP 13 yılldır süren tek başına iktidarına devam edebilecek miydi? İkinci soru ise, HDP yüzde 10 barajını aşabilecek miydi? Bu iki sorunun cevabı, Türkiye'nin bölgede bundan sonra izleyeceği politikaların yönü hakkında da fikir verecekti. KONDA'dan Bekir Ağırdır, Şubat ortasında Aljazeera'ya yaptığı açıklamada, HDP'nin barajı aşabileceğini, topun direkte olduğunu, kalenin içine de dışına da düşebileceğini, barajı aşabilmek için Türklerden oy alabilmesi gerektiğini, CHP'nin mevcut durumunun da HDP için bir fırsat teşkil ettiğini söylüyordu. 7 Haziran seçimleri, AKP'nin 13 yıllık tek başına iktidar tablosunu ilk kez sona erdiren bir resim çıkarttı. AK Parti 7 Haziran seçimlerinden yüzde 40.66 oy oranıyla çıkmıştı. Bu tablo, 2011 Haziran seçimlerine göre yüzde dokuzluk bir oy kaybı demekti. AK Parti, ülkenin her bölgesinde yüzde 10'a yakın oy kaybetmişti. Seçim sonuçları hükümetin ancak bir koalisyon olabileceğini gösteriyordu, hiçbir parti tek başına iktidar çoğunluğunu elde edememişti. AK Parti ilk kez yönetimi bir muhalefet partisiyle paylaşmak zorundaydı. Seçimin en az bu tablo kadar kritik bir sonucu daha vardı: HDP yüzde 10 barajını aşmıştı, aşmakla da kalmayıp üç puan üzerine çıkmıştı. Kürt siyasi hareketinin tarihinde aldığı en büyük oy oranıydı bu. Güneydoğu'daki oy kayıplarında ağırlıklı olarak Kobani'deki çatışma sürecinde Ankara'dan yapılan açıklamaların rol oynadığı konusunda bir kanaat hâkimdi. O günlerde başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere AK Parti liderlerinin yaptığı açıklamaların Doğu ve Güneydoğu'daki Kürt oylarında önemli bir erimeye yol açtığını düşünenler vardı. Bölgeye kümülatif oy hesabıyla bakıldığında, AKP'nin 2011'de yüzde 53 olan toplam Doğu Anadolu oyu 2015'te yüzde 35'e düştü. 18 puanlık bir kayıp sözkonusuydu. AK Parti'nin oy kaybettiği bölgelere ve bu oyların hangi partiye gittiğine baktığımızda, oy kayıplarının en azından bir bölümünün çözüm sürecine duyulan tepkilerden kaynaklandığı görülebiliyordu. AK Parti'den MHP'ye kayan oylar Türkiye genelinde yüzde 4 civarındaydı. Kayseri, Yozgat, Kırıkkale, Aksaray, Sivas gibi daha çok İç Anadolu Bölgesi seçmenlerinde bu oy kaymaları net olarak görülüyordu. Bu tablonun işaret ettiği şey şuydu: Eğer Cumhurbaşkanı Erdoğan, 20 Mart'taki çıkışını bu seçim sonuçlarını önceden görerek, - Erdoğan'ın birden fazla şirketten kamuoyu nabzına dair düzenli raporlar aldığı biliniyor- yapmış ise, hamlesinin doğru olduğu ama geç kaldığı anlaşılıyordu. HDP, CHP'yle çekişmesinin beklendiği Tunceli'de de oyunu yüzde 22'den yüzde 60'a çıkardı. Doğunun kuzeyine çıktıkça daha çarpıcı sonuçlarla karşılaşmak mümkündü. HDP oylarını Kars'ta yüzde 19'dan yüzde 43'e, MHP'nin de güçlü olduğu Iğdır'da yüzde 31'den yüzde 56'ya yükseltmişti. Ağrı'da AK Parti 2011'de yüzde 47,5 ile 3 vekil kazanmıştı. Bu seçimde partinin oyları yüzde 16'ya düştü, AKP 1 vekil çıkarabildi. Van'da yarı yarıya düştü. Mesela, Siirt'te partinin oyları yüzde 48'den yüzde 24'e düştü. Bitlis'te yüzde 20'lik bir kayıp vardı. Van depreminden sonraki ilk genel seçimde ilden iktidar partisine giden oylar da yarı yarıya düşerken, geçen seçimlerde 4 vekil çıkardığı Van'da bu kez sadece 1 milletvekili meclise gönderebildi. HDP oyları ise Ağrı, Hakkari, Muş ve Van'da yüzde 70'in üzerine çıkmıştı. Hakkari'de bu oran yüzde 85, Diyarbakır'da yüzde 78, Mardin'de yüzde 72 idi. Kürt siyasi hareketi Bitlis ve Kars'ta da ilk kez çoğunluğu ele geçiriyordu. 7 Haziran seçimlerinde HDP'nin barajı geçmesi halinde çıkaracağı milletvekili sayısıyla AK Parti'nin gücünü kırabilecek tek siyasi parti olması, gücünü kırmanın ötesinde başkanlık sistemine geçiş için gerekli sayıya ulaşmasını engelleyecek olması, bir dizi tepki oyunu ya da ödünç oyu bu siyasi partiye yöneltmişti. Seçim öncesinde CHP Genel Başkan Yardımcılarından birinin oyunu HDP'ye vereceğini söylediği basında yazılıp çizilmişti. 7 Haziran seçimlerine ülke genelinde damga vuran konu Başkanlık sistemine geçiş tartışmalarıydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ilk kez bir parti lideri gibi sahaya indiği, Başkanlık sistemine geçiş için halktan oy istediği bir seçim kampanyası oldu. Hem bu tablo hem de Selahattin Demirtaş'ın dikkat çekici performansı ve Türkiyelileşme vurgusu da seçim sonuçlarında belirleyici olmuştu. Türk milliyetçisi MHP'nin Meclis'teki sandalye sayısı 81, etnik vurgulu Kürt siyasi hareketinin partisi HDP'nin Meclis'teki sandalye sayısı ise 80 idi. Meclis'e Kürt kimliğiyle ve bu kimlik üzerinden siyaset yapan bir partinin temsilcileri olarak girmiş 80 milletvekili, demokratik açıdan önemli bir sıçrama anlamına geliyordu. Bu durum, Türkiye'de siyasi temsil kanallarının sonuna kadar açık olduğunun bir göstergesiydi. İyi niyetli analizciler silâhlı mücadele döneminin kapandığını yazıyordu. Esasen yüzde 13'lük bir oy oranı HDP'nin bundan sonra bu yolda yürümesi gerektiğini dayatıyordu. Kaldı ki, oyların bu şekilde 'patlama' yapması, bu Türkiyelileşme vaadinin bir sonucuydu. Kamuoyunda artık silâhların bırakılması yönünde büyük bir beklenti oluşmuştu. Bazı yorumcular Türkiyelileşme hedefinde yol alınması halinde bir kaç seçim sonra HDP'nin CHP'nin ana muhalefet koltuğuna oturabileceğini bile söylüyordu. Doğrusu CHP'nin haline bakınca çok da yabana atılır bir görüş değildi. HDP- Kandil ilişkisinin mâhiyetini bilenler ise, geleceğe dair daha gerçekçi analizler yapıyordu. Onlara göre, HDP'nin bu zaferinden sonra sözün siyasete verileceği, silâhların anlamını yitireceği beklentisi saflıktı. İkinciler haklı çıktı. Ortadoğu'nun gerçeği bir kez daha galebe çaldı ve dağda elinde silâh olanların ovada siyaset yapanlardan güçlü olduğu görüldü. Halkın Emek Partisi HEP'ten başlayarak HDP'ye kadar uzanan çizgide Kürt siyasi hareketindeki partiler dağın kontrolünden dışarı çıkamadı. Selahattin Demirtaş ne kadar 'öyle değil' dese de bunun böyle olduğu bütün kritik dönemeçlerde görüldü. O partilerin yöneticiliğini yapmış bir sürü insan bunu defalarca da itiraf etmiştir. Nitekim KCK, seçim sonuçlarının belli olmasından bir kaç gün sonra 12 Haziran 2015'de bırakın HDP'yi veya silâh bırakmayı, Öcalan'ın bile üstünü çizen bir açıklama yapıyordu: "Şunu açıkça vurgulamalıyız ki, gerillanın Türkiye'ye karşı silâhlı mücadeleyi bırakma konusu ve bunun iradesi tamamen Özgürlük Hareketimize aittir. HDP, PKK'nın yasal partisi değildir. Böyle bir çağrıyı HDP yapamayacağı gibi, mevcut İmralı koşullarında bulunan Önder Apo'nun da böyle bir çağrıyı yapması mümkün değildir" Sahadaki gerçeklerin şamarı herkesin yüzünde patlamıştı. Kandil'in 'siyasi temsil', 'Türkiyelileşme' gibi gibi öncelikleri yoktu. O, gözünü Suriye sahasına dikmiş, oradaki kazanımlarını artırma, yabancı ortaklarıyla yürüttüğü stratejiyi devam ettirerek kantonları birleştirme çabasındaydı. Kandil, bu açıklamasıyla HDP'ye yeni dönem için bir ayar vermiş, onu dağ'ın ovadaki halkla ilişkiler ayağı olarak gördüğünü göstermişti. 6-8 Ekim 2014 Kobani olaylarını bir parantez kabul edersek, 2013 Mart Nevruzu'ndan bu yana devam eden bir 'eylemsizlik' hâli vardı. Yer yer çatışmalar olmuyor değildi ama topyekün bir silâhlı mücadele, pusular, baskınlar yoktu. Zaten Murat Karayılan 23 Mayıs 2015 günü, 'seçimler bitene kadar eylem yapmayacağız' demişti. Ancak, çözüm sürecinin devam ettiği bu 'eylemsizlik' döneminde, PKK'nın silâhlı kadrolarının 'savaşa hazırlık' içinde oldukları, Doğu ve Güneydoğu'nun her yerinde, Akdeniz'de ve yer yer Karadeniz'de araziye ve hücre evlerine silâh depoladıkları daha sonra ortaya çıkacaktı. Dahası, Oslo görüşmelerinden bu yana yürüttükleri bir faaliyetti bu. PKK'nın barış sürecine içtenlikle inanmadığının, süreci istismar ettiğinin açık bir delili de buydu. Bu durum, devletin bu süreçteki en büyük zaaflarından biriydi. Devlet olup bitenin hiç mi farkında değildi? Farkındaydı ama sürecin zarar görmemesi için bu faaliyetlere göz yumuyordu. Oslo görüşmeleri sırasında dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş'in PKK'lıların yüzüne karşı, ''Biliyoruz, nerelere silâh gömdüğünüzü biliyoruz' diye konuşması kamuoyuna yansımıştı. Kandil'in bir gözü HDP üzerinden Türkiye içindeki siyasette güçlü bir ayak elde etmekse, öteki gözü Suriye'de yeni hamlelerdeydi. Nitekim, 2015 baharında Haseke'de Suriye rejimi ve IŞİD ile masaya oturduklarında Cezire ve Kobani kantonlarını birleştirmenin arayışı içindeydiler.

Haseke Mutabakatı ve iki kantonun birleşmesi

Türk istihbaratı, 28 Mayıs 2015'te, Suriye'nin PYD'nin kontrol ettiği bölgenin sınırındaki Haseke kentinde IŞİD (DEAŞ), PYD ve Esed rejimi arasındaki bir görüşmeyi tespit etti. Başbakan Davutoğlu'nun ifadesine göre, bu üçlü görüşmenin içeriği 'neredeyse tutanaklarına kadar' ele geçirilmişti. Burada varılan mutabakata göre, IŞİD elinde tuttuğu Türkiye sınırındaki Tel Abyad'ı PYD'ye bırakacak, buna karşılık Suriye rejimi de ona Palmira'yı (Tedmur) verecekti. PYD, bu mutabakatın sonucu olarak doğudaki Cezire kantonuyla batıdaki Kobani (Ayn el Arab) kantonu arasındaki irtibatı sağlamış olacaktı. PYD için son derece hayati bir kazanım olacaktı. Suriye rejimi Palmira'yı IŞİD'e bırakıp çekilmesi karşılığında bu örgütten Halep'teki ılımlı muhalefetin üzerine yürümesini, kendisinin vereceği hava desteğiyle Azez – Cerablus arasındaki koridorun kapatılmasını hedefliyordu. Bunun anlamı, Türkiye sınırının neredeyse bütünüyle IŞİD ve PYD hâkimiyetini girmesiydi. 7 Haziran seçimlerinden bir hafta sonra Haseke Anlaşması'nın devreye girdiği görüldü. Suriye'nin kuzeyinde ağırlıklı olarak Arap nüfusla meskûn Tel Abyad, 15 Haziran 2015'te PYD'nin kontrolüne geçti. Böylece Cezire ve Kobani kantonları birleşti.   Ali Bayramoğlu o günlerde tabloyu şöyle anlatıyordu : " Örgüt için en kritik noktanın Rojava (Kuzey Suriye-G.Z.) meselesi olduğunu görmek gerekiyor. Kuzey Suriye'de yayılma ve yerleşme imkânı bulan Kürt hareketi, bunu IŞİD'e karşı ABD'nin tek yerli müttefiki iddiasıyla statü açısından bir avantaja çevirmeye çalışıyor. Bu şekilde Kürt koridoru oluşturma ve tanınma imkânları yaratarak kökleşmeye gayret ediyor..." Arap ve Türkmenlerin çoğunlukta bulunduğu bir bölge PYD'ye devrediliyordu. Bundan sonra bölgede nüfus yapısının değiştirilmesini amaçlayan baskı ve zorunlu göç uygulamaları başlıyordu. Bunlar, uluslararası raporlarla sabittir. Örneğin, Af Örgütü Uzmanı Lama Fakih raporla ilgili şöyle konuşuyordu: "Özerk Yönetim, sivillerin evlerini bilerek yıkarak, bazı durumlarda köyleri tamamen yakıp yerle bir ederek, sakinlerini meşru hiçbir askeri zemine dayanmadan yerinden ederek savaş suçuna tekabül eden saldırılarla otoritesini suistimal edip uluslararası insani hukuku yüzsüzce hiçe sayıyor. Özerk yönetim, IŞİD ile savaşta arada sıkışan insanların haklarını çiğnemiş gibi görünüyor. Savaş sonucunda gerçekleşmeyen yoğun bir göç ve yıkım tespit ettik. Rapor, IŞİD'in elinden alınan köylerdeki sivillere ya da bölge azınlıklarına yönelik kasıtlı ve organize kitlesel cezalandırma kampanyası olduğunu kanıtlarla tespit etti." Kandil yönetimi Tel Abyad'ı ele geçirdikten sonra bölgedeki Arap ve Türkmen nüfusu zorla oradan çıkartmaya başladı.. Hürriyet gazetesinden bir haber: "Tel Abyad Meclis ve Yerel Belgelendirme Komitesi üyesi Ahmed el Hac Salih, PYD güçlerinin Suluk'un 5-6 km güneyindeki 'Hammam Türkmen Şemelli' ve Hammam Türkmen Cenubi beldelerindeki 8 bin 200 Türkmeni zorla göç ettirdiğini söyledi. Salih, "PYD'nin Resulayn Kanton Başkanı Hüseyin Koçer, "Yerlerinizden ayrılmıyorsanız okul ve evlerinizi bombalaması için koalisyona koordinat vereceğiz' diyor..." Tel Abyad gibi Kürtlerle meskun olmayan bir alanın PYD'nin kontrolüne verilmesiyle Cezire ve Kobani hattının birleştirilmesi, Kandil'e büyük özgüven kazandırırken Türkiye açısından alarm zillerini çaldırdı. Sınır hattında 400 kilometrelik bir alan PYD/YPG'nin kontrolüne geçmişti. Türkiye, güneyden otuz yıldır mücadele ettiği bir örgüt tarafından kuşatılmaktaydı. İki kantonun birleşmesinin Ankara'nın gözünü açan gelişmelerden biri olduğu söylenebilir. Özellikle, en büyük müttefiki Amerika'nın bölgeye dönük stratejik hesapları konusundaki şüpheleri artık kanaate dönüşmeye başlıyordu. IŞİD ile mücadele kılıfı veya gerekçesiyle doğuda Haseke- Kamışlı bölgesinden başlayıp, batıda Akdeniz'e yakın Afrin'e kadar olan bir alanın bu örgüte bırakılmasının hedeflendiği anlaşılıyordu. Bu durum, Türkiye'nin güneyinden bir 'PKK koridoru' tarafından kuşatılması anlamına geliyordu. Dahası, bunun Suriye'deki bölümü bir 'PKK devleti'ne doğru gidiş görüntüsü veriyordu. Bu gelişmelerden sonra Türkiye, Cerablus'un tam karşısındaki Karkamış ve Kilis bölgesine yığınak yapmaya başladı. Türkiye, bu aşamada Fırat'ın batısına doğru 90 kilometrelik bir güvenlik alanı yaratılması için diplomatik ve askeri düzeyde hazırlıklara yönelirken, Kandil'deki PKK kadrosu ve onun uzantısı konumundaki HDP'li bazı vekiller sıradaki hedefin batıdaki Afrin bölgesine erişimin sağlanması olduğuna dair konuşmalar yapmaya başlamıştı. Bu esnada, Haziran'ın sonlarına doğru YPG'nin Sırrin operasyonu başladı. Sırrin, Kobani'nin güneyinde, Fırat kıyısında –doğusunda- Arapların çoğunlukta olduğu bir bölge. Aslında kanton birleştirmenin ötesine gidecekleri, Kürt bölgesinin dışına sadece kantonları birleştirmek için çıkmayacakları, daha fazla alanda ABD desteğini IŞİD'le mücadele bahanesiyle alıp kontrolü ele geçirmeye devam edeceklerinin göstergesiydi. Henüz Fırat'ın batısına geçmemişlerdi ama Sırrin, Fırat'ın üzerinde köprüsü olan ve IŞİD'in bu geçişi patlatmadığı nâdir ilçelerdendi. Oranın hedeflenmesinin amacı, Türkiye Karkamış'a sığınak yapmışken sınırdan ilerleyemeyecekleri için, güneyden kanton birleştirmek gibi görünüyordu. 27 Temmuz'da Sırrin tamamen ele geçirildi, Fırat nehri PYD'nin, IŞİD'le sınırı oldu. 21 Haziran günü KCK Yürütme Konseyi üyesi Bese Hozat, 'kantonlar birleşecek' diye konuşuyordu. KCK'nın, 11 Temmuz 2015'de gelişmeleri yakından izleyenleri şaşırtmayan 'ateşkes dönemi bitmiştir' açıklaması da o günlerde geldi: " Özgürlük Hareketimiz artık ateşkes tutumunun istismar edilmesini kabul etmeyecek, oyalama yaparak Kürt sorununu çözümsüz bırakan politikalara karşı da tutumunu koyacaktır..." Gelinen aşamada PKK açısından Suriye'deki bu gelişmelerin istediği gibi devam edebilmesi için Türkiye içindeki çözüm sürecinin sona erdirilmesi gerekiyordu. Kandil'den bu açıklamanın yapılmasından hemen sonra KCK yöneticisi Bese Hozat ise 15 Temmuz 2015'te, örgütün yayın organlarından Özgür Gündem gazetesinde, 'Yeni süreç, devrimci halk savaşı sürecidir' diyordu. 19 Temmuz günü Cemil Bayık'ın mesajı şöyleydi: "Tüm halkımız silâh almalı, bu temelde kendini eğitmeli ve örgütlemeli. DEAŞ ve sömürgeci tüm güçlerin her türlü saldırısına karşı köylerde, kentlerde, mahallelerde yer altı sistemi, tüneller, mevzi sistemi geliştirmeli. Köyünü, kentini mahallelerini terketmemeli, yaşam olacaksa da kendi topraklarında, ölüm olacaksa da kendi topraklarında olmalı. Rojava'yı savunmak tüm Kürdistan'ı savunmaktır. Rojava Devrimine sahip çıkarsak ancak onurlu bir yaşama sahip olabiliriz, bunun için herkes yönünü Rojava Devrimine vermeli ve sahiplenmelidir." Bu açıklamanın ne anlama geldiğini Türkiye, bir süre sonra ortaya çıkacak 'hendek siyaseti' ile anlayacaktı. Zira, Kandil açısından Suriye'deki kazanımlarının benzerini Türkiye'de elde etmenin, Rojava'daki tabloyu Türkiye sahasına taşımanın zamanı gelmişti.

Suruç ve Ceylanpınar saldırıları

Tam bu aşamada kanlı bir tezgâh devreye sokuldu. IŞİD ile PKK adeta ortak 'operasyon odası' kurmuşçasına hareket ediyordu. 20 Temmuz günü IŞİD, Suruç'ta kanlı bir intihar saldırısıyla 34 kişiyi öldürüp 104 kişiyi yaraladı. Patlama, Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu'nun Amara Kültür Merkezi önünde açıklama yaptığı sırada oldu. Orada yaklaşık 300 kişi vardı. Bu grup, toplantı tarihini daha önce duyurmuştu. Hem seçilen hedef hem saldırının zamanlaması, Türkiye'nin fay hatlarıyla oynamaya dönük bir provokasyon olduğunu gösteriyordu. IŞİD'in Suruç saldırısından sonra başta HDP olmak üzere PKK'ya müzâhir çevreler harekete geçip iki hamle yaptı. Önce, ' Bu saldırıyı devlet yaptı' diyepropagandaya giriştiler. HDP bu propagandanın en etkili aleti, aracı olarak devredeydi. Selahattin Demirtaş, "Artık halkımız kendi güvenliğini almak durumunda. Tüm il ve ilçe teşkilâtlarımız kendi güvenlik tedbirlerini almalıdır' diye konuşuyordu. PKK da bu aşamada çözüm sürecini sona erdirecek nihai hamlesini yaptı. Ceylanpınar'da aynı evde kalan ve evlerinde uyumakta olan iki polisi kafalarına kurşun sıkarak öldürdü. PKK, Feyyaz Yumuşak ve Okan Acar isimli iki polisin öldürülmesini 'Suruç'un intikamı' diye duyuruyordu. PKK'nın silâhlı saldırı birimlerinden HPG Ceylanpınar saldırısını çok geçmeden üstlendi. Açıklaması şöyleydi: "22 Temmuz günü bir Apocu fedai timi, Suruç katliamına misilleme olarak bugün sabah 06.00 sularında Ceylanpınar'da DAİŞ çeteleriyle işbirliği içinde olan iki polise karşı bir cezalandırma eylemi gerçekleştirmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda Feyyaz Yumuşak ve Okan Acar isimli polisler öldürülürken, öldürülen polislerin silâh ve kimliklerine el konulmuştur." Başbakan Davutoğlu'nun daha sonra yaptığı açıklamaya göre, saldırıdan hemen sonra yapılan telsiz konuşmalarından saldırıyı PKK'nın gerçekleştirdiği biliniyordu. Bölgede, insana acımayan çok kanlı ve zehirli bir oyun tezgâhlanıyordu. Ceylanpınar saldırısının yapıldığı gün İstanbu'dan dikkat çekici bir haber geldi: Gaziosmanpaşa'da bir esnaf 'IŞİD'ci' olduğu gerekçesiyle PKK'nın silâhlı gençlik teşkilâtı tarafından öldürülmüştü. Öldürülen kişinin IŞİD ile bir ilgisi yoktu, sakallı bir esnaftı sadece. IŞİD'in Suruç'ta sahneye koyduğu provokasyon tezgâhı PKK tarafından Ceylanpınar ve Gaziosmanpaşa'da devam ettiriliyordu. Ceylanpınar, Kandil'in Türkiye içindeki 'eylemsizliği' veya 'çatışmasızlığı' bitiren saldırısıdır. Suriye'deki gelişmelerde kendisine ayak bağı olan çözüm sürecinin tabutuna son çivi Ceylanpınar'daki o saldırıyla çakılacaktı. O günlerdeki kronolojik akışa hızla göz atacak olursak: 14 Temmuz 2015 günü de Bese Hozat, Özgür Gündem gazetesine 'Yeni Süreç: Devlet Halk Savaşıdır" başlıklı bir yazı yazarak, devrimci halk savaşı ve serhıldan çağrısı yaptı. İki gün sonra, yani 20 Temmuz 'da Cemil Bayık halkı, silâhlanma, evlerinde siper ve tüneller kazmaya çağırdı. En sonunda PKK 22 Temmuz 2015'de Ceylanpınar'da polis memurlarını katlederek ateşkesi bitirme kararını fiiliyata döktü. 23 Temmuz günü Diyarbakır'da trafik kazası ihbarına giden polis ekibine pusu kuruldu ve polis memuru Tansu Aydın şehit edildi. Saldırıların ardı arkası kesilmedi. Başbakan Ahmet Davutoğlu 24- 25 Temmuz 2015 günü tabloyu şöyle veriyordu:

" 7 Haziran'dan bugüne kadar 121 silâhlı saldırı, 15 adam kaçırma, 16 yol kesme, 59 araç yakma, 53 patlayıcı madde atma, 17 haraç alma dahil 281 terör eylemi yapılmıştır. Yine aynı dönemde 5 güvenlik görevlimiz, asker ve polis şehit edilmiştir. 3 asker ve 50 polisimiz yaralanmış, 1 polisimiz kaçırılmış, dört vatandaşımız katledilmiş, 10 vatandaşımız yaralanmıştır."

Bunlar sadece başlangıçtı. Terör saldırıları ileride daha da vahim bir hal alacaktı. Bütün bu gelişmeler, Kandil için 7 Haziran seçim sonuçlarının, 81 HDP'li vekilin Meclis'e gelmiş olmasının bir önemi olmadığını göstermişti. Türkiye içinde Kürt-Türk barışı, bu yoldaki ilerlemeler ve çözüm arayışları Kandil'deki kadronun ilgi alanına girmiyordu. Süreci bitirmek zorunda hissediyorlardı, zira yukarıda belirttiğimiz gibi süreç Rojava'daki kazanımların devamı yolunda ayak bağı oluyordu. Sadece bir tek veri bile bu durumu anlamak için yeterlidir. Sürecin başlamasından sonra örgüte katılım durma noktasına gelmişti. Oysa, örgütün 'savaşçıya' ihtiyacı vardı, Türkiye sınırlarının içinde değilse bile Suriye'de vardı. Ama çözüm süreci bu akışı kesmişti. Kandil'deki örgüt yönetiminin bu tablo karşısında başvurduğu yol çocuk kaçırmaktı. Genelkurmay Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nün topladığı veriler, çözüm sürecinin başlangıcından bu yana 18 yaşından küçük 2500'e yakın çocuğun örgüt tarafından kaçırıldığını gösteriyor. Bunların yüzde 70'i 15 yaşından küçüktü. Diyarbakır'da çocukları kaçırılan anaların toplanıp günlerce feryad etmeleri herkesin aklındadır. 2013 yılından o tarihe kadar ortaya çıkan manzarayı en iyi özetleyen ifadelerden biri Gülay Göktürk'e aitti: "2013 Nevruz'undan bu yana yaşadıklarımız, PKK'nın henüz barışı istemediğini gösterdi. Bugünkü dünya ve Ortadoğu konjonktüründe, yerli bir çözüm süreciyle kazanabileceğinden çok daha fazlasını kazanma ihtimali olduğunu düşünmeye devam ettiği sürece de barışı istemeyecek. Bugün, "Çözüm Süreci neden bitti?" sorusuna bu gerçeğin dışında verilen bütün cevaplar laf-güzaftır"

Devlet Politikası Değişiyor

Türkiye, IŞİD'in Suruç ve PKK'nın Ceylanpınar saldırılarından sonra harekât tarzını değiştirmeye başladı. 23 Temmuz'da toplanan güvenlik zirvesinde Başbakanın ifadesiyle 'denklemi değiştiren' kararlar alındı. O gece, eş zamanlı olarak PKK merkezlerine, DAEŞ'e ve DHKP-C'ye operasyonlar yapıldı. Türkiye tarihinin en kapsamlı terör operasyonları o gece yapıldı. Üç gün içinde PKK, IŞİD ve DHKP-C'ye yönelik operasyonlarda 851 kişi göz altına alındı, bu sayı bir kaç gün sonra bin 302'yi buldu. Türk uçakları 23 Temmuz'da ilk kez Suriye sahasındaki IŞİD hedeflerini vurmaya başladı. Ertesi gün de, Diyarbakır'dan havalanan F-16'lar PKK hedeflerini vurdu. Kuzey Irak'ta PKK'nın Zap, Gare, Haftanin, Metina, Hakurk, Avaşin ve Kandil kamplarını bombaladı. Çözüm süreci biteli çok olmuştu belki ama artık çatışmasızlık, ateşkes hali de sona ermişti. 7 Haziran seçimlerinden 28 Temmuz tarihine kadar geçen 51 gün içinde Türkiye çapında 657 terör olayı gerçekleştirilmişti. Türkiye çapında büyük terör operasyonları yapıldı. 32 ilde IŞİD, PKK ve DHKP-C örgütlerine yönelik operasyonlarda 620 kişi gözaltına alındı. Türkiye tarihinin en büyük operasyonuydu. Başbakan Davutoğlu şöyle diyordu :

"Demokratikleşme hamlesiye biz şiddete temel teşkil eden bütün unsurlardan Türkiye'nin arındırılmasını da amaç edinmiştik. Ancak 2013 Mayıs'ında ülkemizi terk etmesi gereken silâhlı unsurlar, bakın 2015'in Temmuz'undayız, iki sene iki ay oldu. Bırakın ülkeyi terk etmeyi, gittikçe silâhlanmayı artırarak, çözüm sürecini istismar eden bir tutuma girme yolunu tercih etti. Bütün vatandaşlarımızın aidiyet bilincini güçlendirecek, insan hak ve hürriyetlerinden istifade etmelerini sağlayacak sürece desteğimiz, sürecin devamı konusundaki çalışmalarımızdan hiçbir taviz vermeyeceğiz" Ağustos 2015'e böylesine bir vahâmet tablosuyla girildi. Devlet ile PKK arasındaki çatışamaların böylece yeniden başladığı bir döneme girildi. Amerikan yönetimi PKK'ya PYD/YPG adı altında silah vermeye devam ediyordu. Bunnu yarattığı izah edilemez tablo daha vahim bir hal alıyordu. Amerikan yönetime elbette silah yardımı yaptığı örgütün bir terör örgütü olduğunun en başından itibaren farkındaydı. Ancak gelinen noktada örgüte silah vermenin izahını yapabilmek iyiden iyiye zorlaşmıştı. Bu irtibatı örtbas edebilmek için örgütün isminin PKK değil de PYD/ YPG olması bir şey değiştirmiyordu. Amerika bu anlamda hem Türkiye'nin baskısı altındaydı hem de uluslararası arenada zor durumda kalıyordu. Suriye Demokratik Güçleri (SDG) diye bir çatı oluşturmayı o noktada düşündüler. Çatıyı kaldırdığınızda altında yine PYD/ YPG vardı, ama buna görüntüyü kurtarmak üzere bazı Arap unsurları da bu çatının altına aldılar. Yaptıkları şeyin bir şark kurnazlığı olduğunu daha sonra kendileri de itiraf etmişlerdir. 21 Temmuz 2017'de ABD Özel Kuvvetler Komutanı Orgeneral Raymond Thomas, Aspen Enstitüsü'nün Colorado eyaletinde gerçekleştirilen yıllık güvenlik toplantısında konuşurken şöyle diyordu : "Onlar kendilerine resmi olarak YPG diyorlardı ki Türkler, bunun PKK ile aynı olduğunu söylüyor ve 'Benim terörist bir düşmanımla muhatap oluyorsunuz, bunu müttefik olarak nasıl yapabilirsiniz?' diyordu. Biz de bunun üzerine onlara isimlerini değiştirmeleri gerektiğini söyledik. Mesela, YPG dışında kendinizi nasıl adlandırmak istersiniz? Bir gün sonra adlarının 'Suriye Demokratik Güçleri' olduğunu ilân ettiler. Adlarının ortasına 'demokratik' ifadesini koymalarının zekice bir hamle olduğunu düşündüm. Bu, onlara bir miktar itibar sağladı." Ama mızrak çuvala sığmıyordu. SDG'nin sözcülüğüne getirilmiş olan Talal Silo, bir süre sonra bu yapıdan ayrıldı ve o günlerde yapılan şark kurnazlığını kamuoyuna ifşa etti. Şöyle diyordu: "2015 ağustos başlarında Afrin'e gittim. Ceyşu'l Suvvar yönetiminde çalıştım. Ancak karar sahibi biz değildik, (PKK'lı) Hadro'ydu. Daha sonra SDG'ye katılacağımı söylediler. İlk toplantıyı PKK bölge yöneticisi Şahin Cilo'yla yaptık. SDG ile toplantımız ayın 15 Ekim'deydi. Ancak Şahin Cilo (SDG'nin kuruluşunu ilan eden) toplantı tarihini 10 Ekim 2015 olarak yazmamızı istedi. Sebebini sorunca, ABD'nin Haseke'de YPG'ye silah yardımını 10-15 Ekim arasında yaptığını söyledi. ABD'nin uluslararası topluma durumu izah edebilmesi için böyle yaptılar , yani silahlar YPG'ye değil SDG'ye gidiyor diyebilmek için. SDG böyle kuruldu." Amerika PKK/PYD/ YPG ile irtibatlar kurarkan sonra dönüp onları silahlandırırken Türkiye'ye karşı şu söylemleri kullanmıştır: 1. PYD'yle YPG ile doğrudan görüşmüyoruz, dolaylı temasımız var. 2. Doğrudan görüşmeye başladık, ama silâh vermiyoruz' 3. PYD/YPG'ye silâh vermiyoruz, bazı türde mühimmat veriyoruz 4. Silahları YPG'ye değil Suriye Demokratik Güçleri'ne (SDG) veriyoruz. 5. Bu örgütlere ağır silâhlar vermiyoruz. Ayrıca silâhların tescil, kayıt numaraları bizde, bunları Türkiye'ye de bildiriyoruz, silâhları IŞİD sorununu halledince geri alacağız. 6. SDG'ye ağır silâhlar da vermeye başlıyoruz.

Cephaneliğe Çevrilen Güneydoğu ve Hendek Çatışmaları

PKK/PYD çizgisi Suriye sahasındaki kanton projesini Türkiye içinde de yürütmeye yöneldi. Bunun için kendilerini hazır hissediyorlardı zira, çözüm süreci devam ederken süreci istismar etmişler, savaşa hazırlanmışlar ve bu zaman diliminde Güneydoğu'yu 'cephaneliğe çevirmişlerdi'. "Demokratik açılım projesi olarak yaptıklarımız ile çözüm süreci istedik. Bunu ileri safhalara götürelim istedik. Çözüm süreci içerisinde valilerimiz verdiğimiz talimat doğrultusunda şu andaki gibi operasyonlara girmiyordu. Belki kendilerine çeki düzen verirler diye. Bunun ardında bir hazırlık safhasına girdiler... Çözüm sürecinden istifade ederek Güneydoğu'yu cephaneliğe çevirdiler" Bu türden açıklamalar daha sonra da devam edecekti. Mesela, AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ayhan Sefer Üstün, Aljazeera'ya şöyle konuşuyordu: "Yolları mayınlarla döşemişler. Daha dün iki askeri aracı havaya uçurdular. Üç şehidimiz vardı. Bunlar bugünün faaliyetleri mi? Hemen bir gecede mi döşediler? Hayır. O yolların asfaltlandığını görüyorsunuz. Çözüm sürecinin getirdiği ılımlı havadan istifade ederek, yolların inşa aşamasında neredeyse tonlarca mayını, TNT'yi o yolların altına gömmüşler. Dertlerinin insan hakları, demokrasi, hukuk üstünlüğü, özgürlükler olmadığını buradan anlıyoruz. Belirli bir kalkışmaya hazırlık yapmışlar, çok açık..." Bu röportajın devamı şöyleydi : -Peki devlet bunu görmedi mi? Tonlarca mayın, TNT asfaltın altına doldurulurken devletin istihbaratı görmedi mi? "Zaaf diye düşünülebilir. Elbette. Valilerimiz daha çok görevliydi ve raporları da hükümete valilerimiz sunuyordu. Bir ilin şu anda da güvenliği valinin sorumluluğunda. Zaman zaman belki milletvekillerimiz de bu olaylardan şikâyet ettiler. Ama valiler sanırım biraz daha toleranslı davranmışlar. 'Çözüm sürecine sıkıntı olmasın, benden kaynaklı bir sorun çıkmasın, işleri biraz yolunda gösterelim, zaten bu iş de inşallah mutlu sonla bitecek' gibi düşüncelerle muhtemelen o mesele biraz gevşek bırakılmış gibi gözüküyor." Bu 'gevşeklik' ya da 'zaaf' Türkiye'ye ağır bedeller ödetti. Bu aşamada Kandil'dekiler asıl önceliklerinin Türkiye içinde Kürt sorununun çözüm arayışları olmadığını gösteren ikinci açıklamasını yaptı. Murat Karayılan Türkiye'yi kastederek, "Eğer onlar Rojava'ya müdahale ederlerse biz de onlara müdahale ederiz; o zaman Türkiye'nin tümü bir savaş sahasına dönüşür. Türkiye yetkilileri halkımızın 6-7-8 Ekim'deki kalkışını unutmamalıdır' diyordu. 27 Temmuz 2015'te KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan'ın 'fiili özerklik' uygulaması çağrısı üzerine Ağustos ayından itibaren DBP (Demokratik Bölgeler Partisi) çeşitli yerleşim birimlerinde il başkanları ve varsa belediye başkanlarının katılımıyla özerklik ilân etmeye başladı. Sadece Ağustos ayı içinde 12 yerde 'özerklik' ilân edildi. Sırasıyla; Şırnak/Merkez 10 Ağustos 2015, Silopi 12 Ağustos 2015, Cizre 12 Ağustos 2015, Nusaybin 12 Ağustos 2015, Yüksekova 13 Ağustos 2015, Muş/Varto 13 Ağustos 2015, Muş/Bulanık 13 Ağustos 2015, Hakkâri/Merkez 14 Ağustos 2015, Diyarbakır/Sur 14 Ağustos 2015, Diyarbakır/Silvan 15 Ağustos 2015, Van/Edremit 15 Ağustos 2015, Van/Başkale 16 Ağustos 2015. 'Özerklik' ilân edilen yerlerde devlet otoritesinin KCK otoritesi tarafından ikame edileceği, her 'özerklik' bildirisinde açık bir şekilde dile getiriliyordu, DBP Şırnak İl Başkanı Salih Gülenç'in şu açıklamasında olduğu gibi: "Şırnak Halk Meclisi olarak, Kentte bulunan devletin tüm kurumları bizim için meşruiyetini kaybetmiştir. Bu şekliyle devletin hiçbir atanmışı bizi yönetemeyecektir. Bundan sonra halk olarak öz yönetimimizi esas alarak, demokratik temelde yaşamımızı inşa edeceğiz. Bundan sonra da gelişecek tüm saldırılar karşısında demokratik öz savunmamızı gerçekleştireceğiz. Bundan sonra kentimizde kendimizi de bizler yöneteceğiz. Başkalarına yönettirmeyeceğiz." 08 Ağustos'a gelindiğinde aralarında Malazgirt İlçe Jandarma Komutanı Binbaşı Arslan Kulaksız'ın da bulunduğu 24 güvenlik görevlisi şehit edilmiş, 102 kişi yaralanmıştı. İlk etapta bazı ilçelerde güvenlik güçlerine, kamu binalarına yönelik saldırılar başladı. Yüksekova, Cizre, Silopi, Çukurca, Nusaybin, Şemdinli, Sur, Dargeçit, Lice, Eruh, Varto, Bulanık ve Kulp ilçelerinin öncelikli olacağı anlaşılıyordu. PKK'nın gençlik yapılanması adını verdiği YDG-H ile kırsaldan gelen silâhlı milisler bu ilçelere bu kalkışma teşebbüsü öncesinde yerleştirildi. PKK, çözüm sürecini bitirmişti. Bese Hozat'ın ifadesiyle 'yeni bir dönem başlıyor'du. KCK Eşbaşkanı Bese Hozat, 15 Ağustos 2015 günü örgütün gazetesine 'yeni bir dönem başlıyor' derken özyönetim talimatı vermişti. Suriye sahasında rejimle işbirliği sonucu kendilerine bırakılan bölgelerde ilân ettikleri PYD kantonlarını şimdi Türkiye içindeki bölgelerde yaratmaya başlayacaklardı. 'Demokratik özerklik' amacıyla 'öz savunma alanları' adı altında 'kurtarılmış bölgeler' yaratılacaktı. Çözüm süreci boyunca bu bölgelerde depoladıkları silâh ve mühimmatı kullanma vakti gelmişti. Türkiye içinde Suriye görüntüsü yaratmaya çalışıyor, Kürtleri devletle karşı karşıya getirmeye gayret ediyorlardı. Yaşanan tam bir şehir savaşıydı. İçişleri Bakanı Efkan Ala, 17 Aralık 2015 gün bir açıklama yaparak 862'si ağır olmak üzere 2 bin 240 silâhın, 10 bin molotof ve yaklaşık 11 ton patlayıcının ele geçirildiğini duyurdu. 6 Kasım 2015 günü Nuray Mert Cumhuriyet'te şöyle yazıyordu: " Mızıkçılık etmenin de alemi yok. Kürtlerin devrimci-silâhlı mücadeleyi seçmesi, baştan demokratik siyasetin zeminin aleyhine işleyen en büyük etken oldu. Böylelikle sadece Kürt meselesinin çözüm sürecini değil, Türkiye'de demokratik siyaset alanını da riske attılar. Sonra, Kürt siyaseti yeniden başkanlık pazarlığına rehin, Türkiye ise tek parti rejimine mahkum oldu... Nedense kimse üzerinde durmuyor. O da şu? Silâhlı mücadele kararının Öcalan'dan mı yoksa ona rağmen mi alındığı haziran sonrasında yaşanan karanlık süreci anlamak açısından çok önemli, buraya bir mim koyalım diyorum." Aralık 2015 sonuna gelindiğinde Yüksekova, Çukurca, Şemdinli, Lice, Eruh, Varto, Bulanık ve Kulp ilçelerinde 'büyük oranda' denetim sağlanabilmişti. 22 Temmuz'dan sonra yedi ile bağlı 17 ilçede zaman zaman günler süren sokağa çıkma yasakları uygulandı. Buna rağmen Cizre, Silopi, Nusaybin, Dargeçit, Sur'da hâlâ tam bir hâkimiyet kurulamamıştı. Cizre, Nusaybin ve Diyarbakır'ın Sur ilçesi olmak üzere çatışmaların yaşandığı bölgelerden Aralık ayı sonuna kadar 100 bin kişinin göç ettiği tahmin ediliyordu. 22 Temmuz 2015'ten sonra yeniden başlayan çatışmalarda 8 Aralık 2015'e gelindiğinde iki binin üzerinde PKK'lı öldürülmüştü. Aynı dönemde 185 polis ve asker çatışmalarda hayatını kaybetti. 25 Ocak 2016'ya gelindiğinde, öldürüldüğü açıklanan PKK'lı sayısı 'üç binden fazla' idi. Şehit sayısı 215'e çıkmıştı. Genelkurmay Başkanlığı Kasım ayı başında Cizre, Silopi ve Sur ilçelerinde hendek ve barikatları kaldırmak için başlatılan operasyonlarda 261 PKK'lının 'etkisiz hale' getirildiğini açıkladı. Şubat 2015'e gelindiğinde, bu üç ilçede öldürülen PKK'lı sayısı 800'ü aşmıştı. Kasım ayından 05 Şubat'a kadar sadece Cizre'de 540 PKK'lı operasyonlarda öldü. Kandil'in savaşı yeniden başlatma kararı öylesine alınmış bir karar değildi. Bunu tamamen bölgesel konjonktüre bakarak almışlardı. Türkiye'deki gelişmeler Kuzey Suriye'deki hâkimiyetlerini giderek artırdıkları günlere rast geldi. Türkiye'nin Suriye sınırındaki Cizre bölgesinden başlayarak batıya doğru Karkamış (Cerablus) bölgesine kadar uzanan kesintisiz bir hattı kontrol edebilir hale gelmişlerdi. Ateşkesi bitirdikleri dönem, bu hattı Karkamış'tan (Cerablus) daha da batıya doğru Afrin bölgesiyle birleştirmeye niyetlendikleri dönemdi. Türkiye içinde devletle Kürt sorununun çözümü müzâkerelerini yürütürken, Suriye sahasında Türkiye'nin pozisyonuyla çatışamayacakları için bütün süreç'i berhava etmeyi daha mantıklı buldular. PKK'nın bütün tarihi boyunca zaman zaman CIA üzerinden Amerika ile ara ara temasları olmuştu ama hiç bir zaman bu kadar doğrudan açık ve silâh desteği şeklinde bir Amerikan desteği görmüş değildiler. Üstelik barış görüşmeleri devam ederken belli bölgelerde güçlerini tahkim etmişler, silâh depolamışlar, bir kalkışma için hazırlanmışlardı. Devlet barış arayışlarını önceleyip valilere esnek davranmaları talimatı verirken örgüt barışı bir seçenek olarak görmemiş, tam tersi ilerideki çatışmalar için yığınak yapmıştı. Reyhanlı ile Akdeniz arasında kalan bölge dışında bütün Suriye sınırının PKK'nın kontrolüne girmesi Türkiye açısından muazzam güvenlik riskleri yaratır hale gelmişti. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarına böyle bir tablo karşısında girişilecekti. Aradan yıllar geçtikten sonra geriye dönüp bakıldığında şu söylenebilir: 21 Mart 2013'te yakalanmış olan atmosfer bir daha hiç ele geçmedi. Belki o 2013 baharı bile eski tabirle bir fecr-i kâzib yani bir 'yalancı şafak' idi. Türkiye'nin Kürt sorunu, zaten en başından beri zamanında atılmayan adımların, kaçırılan fırsatların tarihidir. Zamanında alınmayan kararlar, atılması gereken adımlar bir süre sonra atılmışsa bile artık ya işlerliği kalmadan atılmış ya da PKK'nın 'bunlar benim sayemde oldu' diyebileceği bir zeminde atılmıştır. Kimi zaman da 2009'da olduğu gibi son derece elverişli olan bölgesel ve küresel konjonktür aradan iki yıl geçmeden (2011) değişivermişti. Süreç için 2009'da düğmeye basılmıştı ama Türkiye'nin bunu tamamlamak için iki yıl bile zamanı olmadı. 2010 sonunda Arap Baharı patlak verdi. PKK'daki karar vericilerin dikkati başka alanlar kaydı, Türk- Kürt barışı önlerine gelen daha büyük çıkarlar sebebiyle ikinci üçüncü plana düştü, hatta tamamen anlamını yitirdi. Kürt sorununu çözmek kolay iş değildir, özellikle böyle bir coğrafyada yaşıyorsanız. Coğrafyanın insanların hayatlarındaki belirleyiciliği Türkiye için en fazla Kürt meselesinde kendini gösterdi. Hep öyle oldu. Ama bunun dışında faktörler de vardı. En büyük zorluklardan biri de, daha en başından itibaren devlet ile PKK kadrolarının 'çözüm'den ne anladıkları arasındaki farktı. Ali Bayramoğlu, 'paradigma farkı' dediği bu durumu şöyle dile getirmişti: "AK Parti'nin çözüm arayışı ve beklentileri ile örgütünkiler arasında işin başından itibaren 'paradigma farkı' var. Hükümetin çözüm fikri ve beklentisi ' demokratik buharlaşma' esası üzerine oturuyor. Bu cephede çözüm süreciyle hedeflenen ve beklenen bireysel hak alanı ve siyaset alanının genişlemesi, yerel yönetimlerin güçlenmesi, ayrımcı yasaların temizlenmesi, yeni bir vatandaşlık gibi unsurlar üzerinden, PKK'nın silâhlı bırakması, yavaş yavaş buharlaşması demokratik entegrasyon yoluyla sorunun kendiliğinden çözülmesidir. Buna karşın Kürtler, örgüt ve İmralı için, esas hedef, türlü biçimler ve yollarla dile getirildiği üzere, Kürtlerin sınırları belirli bir bölgede ve önemli ölçüde kendilerini yönetmeleri, kendi kurumlarını oluşturmaları, dağ kadrosunun siyasete giriş, Öcalan'ın serbest bırakılması üzerinden 'kuvvetli bir özerklik türü' dür."

Çözüm Süreci Bir Hata mıydı?

Tarih bu coğrafyada maalesef en azından son yüzyılda böyle akıyor. Ortadoğu halklarının başındaki -ister devleti yönetenler olarak bakın, ister örgütlerin başındaki kadrolar olarak görün - 'kötü liderlik', süreçleri zehirliyor ve insanların gözlerindeki umut ışığını söndürüyor. Arap Baharı, bütün kiri pası temizleyecek bir yağmur suyu etkisi yapabilecekken, coğrafyamızı tarihinde görülmedik şekilde kanlı bir sahneye çevirmişse biraz da bu 'kötü liderlik' sebebiyledir. Devletlerin başkanları veya örgütlerin liderleri bunu bölgedeki statükonun değişmesinden endişe eden küresel aktörlerle işbirliği içinde yaptılar. Kandil ve İmralı ayaklarından oluşan 'PKK liderliği' bu kanlı sahneyi kendi örgüt çıkarları açısından daha elverişli gördü ve Türk-Kürt barışını orada peşinden koştuğu hayallere fedâ etmekten çekinmedi. 'Çözüm süreci bir hata mıydı?' sorusuna cevap vermeden önce tarihten bir referans verelim. Diplomat – Tarihçi Altay Cengizer, 2014 yılında yayınlanan Adil Hafızanın Işığında isimli kitabında, yüz yıl önce Cihan Harbi yıllarında yani devlet bir ölüm-kalım mücadelesi içindeyken, memleketin içeride büyük bir Ermeni isyanıyla karşılaştığını hatırlatıyor ve o günkü Ermeni liderliğinin rolünden bahsediyor. O zamanın Ermeni liderliğinin, 'mitolojiye dayalı idealize bir geleceği tercih edip, her türlü kargaşa ve felaketi göze alarak sislerin ardından belli belirsiz gözüken bir bağımsızlık fikrine yöneldiğini' anlatıyor. Tarih, kimi zaman geleceğe tutulan bir fener gibidir. Altay Cengizer'in yukarıda sergilediği tablo maalesef bugünü de neredeyse bire bir anlatıyor. Bugün yazdığımız bu kitabın adı 'Kuşatma'dır. Arap Baharı'ndan sonra ortaya çıkan jeopolitik tabloya bakıldığında görülür ki, Türkiye bugün apaçık bir emperyalist saldırıyla karşı karşıyadır. Devlet bugün iç ve dış kaynaklı saldırı karşısında yüz yıl önceki gibi bir bekâ kaygısı taşımaktadır. Bu coğrafyanın yerli aktörleri, yüzyıllardır yabancılarla işbirliğinin hiçbir yaraya merhem olmayacağını, emperyalist devletlerle işbirliğinin bu topraklara ancak daha fazla kan ve gözyaşı olarak döneceğini öğrenemedi. Yüz yıl önce, nasıl 'mitolojiye dayalı idealize bir gelecek' hayali ile ve yine 'her türlü kargaşa ve felâketi göze alarak' ve yine 'sislerin ardında belli belirsiz gözüken bir bağımsızlık fikrine yönelmiş' halde kendi ülkesini, kendi halkını arkadan hançerliyorsa, bugün de aynı tablo meydandadır. Bu paragrafın başındaki 'Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine 'Türkiye' deyin; 'Ermeni liderliği' ibaresinin yerine 'PKK liderliği' deyin, tarihin nasıl da tekerrürden ibaret olduğunu görürsünüz. Yüz yıl önce Ermenileri felâkete götüren, bu toprakları büyük acılara garkeden 'liderliğin' bir benzerini bugün PKK'nın Kürtler üzerindeki 'önderliğinde' görüyoruz. Yüz yıl önce Taşnak Sutyun örgütü emperyalist projenin sahadaki bir aracı olarak Ermeni nüfusu bin yıl beraber yaşadığı devletine karşı isyana kışkırtıyordu. Aynı rolü bu sefer Kürtleri kendi devletlerine karşı isyana kışkırtan PKK oynuyor. Ermeniler, yüz yıl önce bağımsız devlet hevesine kapılmış olarak o dönemin emperyalist devletlerinden Rusya'ya ve İngiltere'ye hizmet ediyordu. PKK Amerika'ya ve öteki emperyalist aktörlere hizmet ediyor. Yüz yıl önce Osmanlı topraklarını işgal etmek üzere Van'a giren Rus birliklerinin önünde onlara yol gösteren, destek veren Anadolu Ermenileri vardı, Kürt ve Türk yerli müslüman halkı Ruslarla birlikte katlediyorlardı. Ermeni çetelerini dün Ruslar silâhlandırıyordu, bugün PKK/ YPG gruplarını Amerika silahlandırıyor. Son 15-20 yıl içinde yapılan düzenlemeler, anayasal ve yasal değişiklikler, reformlar, Avrupa uyum paketleri Türkiye'deki siyasi tabloyu önemli ölçüde değiştirmiştir. PKK'nın elindeki 'şiddete başvurma'nın meşru bir zemini kalmamıştır. Acı olan şudur: Bütün bu reformları yapmış, Kürt kimliğinin inkârından vazgeçmiş, Kürt- Türk barışı yolunda hayati adımlar atmış bir Türkiye'de PKK öyle büyük bir şiddet dalgası başlattı ki, olağanüstü hal uygulamalarının en vahim şekilde yürüdüğü, çatışmaların en şiddetli olduğu zamanlarda bile insanlar bu kadar kan görmemişti. Türkiye'deki barış arayışlarının, Arap Baharı'nda Suriye'de alan kapma çabasına feda edildiği inkar edilemez bir gerçektir. Kandil'dekiler, oyunu yabancı istihbarat örgütleriyle oynamış, Türk- Kürt barışı yolunda alınan onca mesafeyi hebâ etmekten çekinmemiş, bölge halkını hem kendi zulmüyle hem devlet baskısıyla yeniden karşı karşıya bırakmıştır. Türkiye, Kürt sorununu milli sınırlar içinde, demokrasi zemininde ve entegrasyon yoluyla çözmeye çalıştı, çalışıyor. Bu, Avrupa Yerel Yönetimler şartına konulan rezervin kaldırılması suretiyle adem-i merkeziyet üzerinden pekalâ erişilebilecek bir hedeftir. Bunun ötesinde egemenlik paylaşımı anlamına gelebilecek çözüm arayışlarının çok daha kanlı bir iç savaşa evrilebileceğini bu coğrafyayı tanıyan herkes bilir. İşte Irak'ın ve Suriye'nin durumu. Kaldı ki Türkiye, son on beş yıldır bölgesel düzeyde de entegrasyon arayışlarına girmiş, vizelerin kaldırılması, serbest ticaret bölgeleri kurulması, sınırlar ötesinde insan hareketliliklerinin önündeki engellerin yıkılması, velhasıl bölgeyi ekonomik ve sosyal açılardan yeniden biraraya getirmeye çabalayan bir ülkedir. PKK'ya silâh veren odakların bölgenin bu şekilde entegre edilmesine nasıl direndiğini biliyoruz. Türkiye'yle tarihdaşlık, eşit yurttaşlık zemininde tam entegrasyon PKK yönetimine yetmiyor, örgüt kendine devlet arıyorsa durum farklıdır. Türkiye Cumhuriyeti, Ürdün gibi Suudi Arabistan gibi veya Irak ya da Suriye gibi emperyal güçlerin lûtfettiği bir devlet değil. Keçecizade Fuat Paşa'nın, kendisine 'Kıbrıs'ı bize kaç liraya satarsınız?' diye soran Batılı diplomata verdiği cevap meşhurdur: 'Aldığımız fiyata.' Batılı istihbarat örgütleri bölgeyi kan gölüne çevirdi, bunu daha da ileri boyutlara taşımaya gayret ediyorlar. PKK, kendisine devlet verileceği hayaliyle Batılı emperyal planların işbirlikçisi rolünde. Emperyalist planın bölgeyi, yüz yıl öncesine göre daha da küçük parçalara ayırma niyeti artık vuzuha kavuşmuş durumda. En az üç parçadan oluşan bir Irak ve belki yine en az üç parçadan oluşan bir Suriye. Türkiye'nin kaç parçadan ibaret olmasını istiyorlar bilemiyoruz. Süreç'in yürütülmesinde bazı yöntem hatalarından bahsedilebilir, öyle hatalar mutlaka yapılmıştır. Nitekim, bunların bazılarını süreci fiilen yürüten en etkili isimlerden dönemin MİT Müsteşarı Emre Taner de dile getirmişti. Ancak sürecin kendisine kategorik olarak karşı çıkılmasının bölgedeki jeopolitik tabloyu hiç okuyamamak anlamına geldiği açıktır. 2005 yılında Abdullah Öcalan'la doğrudan görüşen ilk MİT Müsteşarı Emre Taner, Çözüm Süreci'nin neden başlatıldığını, ne amaçla yola çıkıldığını bakın nasıl anlatıyor: " Açıkça ifade ediyorum: Biz Oslo sürecine yabancılar Kürt meselesini oyuncak yapmasın diye girdik. Şöyle bir baktık, ne kadar yabancı servis varsa hepsi PKK'yla iç içe, istedikleri gibi konuyu alıyorlar, veriyorlar, zavallı Türkiye kenardan seyrediyor. 'Olmaz' dedim, dönemin Başbakanlarına ve diğerlerine devreye girmemiz lazım, müdahale etmemiz lazım, biz baş başa kalmalıyız bu grupla, problemi kendimiz çözmeliyiz, başkalarına bırakmayalım. Onların niyeti başkaydı, uluslararası konferansa götürmek, Kürt meselesini orada hallettirmek istiyorlar. Tabii ki aleyhimize. Oslo'ya bu yüzden gidildi." 2005 yılında ilk adımları atılan, 2009 yılında kamuoyuna resmen deklare edilen, 2013 Mart ayına gelindiğinde Öcalan'a, 'silâhlı mücadele dönemi bitmiştir' açıklaması yaptıran bir sürecin, Türkiye'nin toprak bütünlüğünden taviz verilmeden çözümlenmiş olması halinde ülkenin Türk'üyle Kürd'üyle elde edeceği kazanımlar ortadadır. Zaten, Kürt- Türk barış sürecini çökerten asıl faktör de, rakip aktörlerin bu tarihi barışı baltalayan hamleleri ve bölgedeki yeni emperyalist oyuna uşaklık etmeye hazır yerel aktörlerdir. Süreç, bu küresel ve bölgesel aktörlerin hamleleri ve örgütün bir kanadının onlarla hareket etmesiyle çökertilmiştir. Sonucu böyle olduğu için süreci yanlıştı diye mahkûm etmenin akıl ve mantıkla izâhı yok. Yukarıda belirtildiği gibi sürecin yönetimi öyle değil şöyle olmalıydı diye eleştiriler yöneltilebilir ama ülkenin yüz yıllık bir yarayı kapatma çabası toptan mahkûm edilemez. Öcalan ve PKK ile görüşmeler yürütülmesine karşı çıkanların Türkiye'nin önüne koyabildikleri bir çözüm formülü yoktur. Silâhlı mücadele deniyorsa Türkiye bunu 1984 yılından sonra 20 yıl boyunca yürüttükten sonra bu noktaya gelmiştir. O 20 yıllık silâhlı mücadele PKK'ya da, arkasındaki destekçilerine de Türkiye'yi etnik zeminde bölmenin mümkün olmadığını göstermiştir. Bu uğurda 2017 yılına kadar beş binden fazla asker ve polis hayatını feda etmekten çekinmemiş, devlette de millette de vatanına sahip çıkma refleksi hep diri kalmıştır. Bu kararlılık, arkasında büyük bir halk desteğiyle bugün de devam ediyor. Türkiye, devletiyle ve milletiyle kendi vatandaşı olan Kürtlerle birlikte yaşama iradesini sonuna kadar göstermiştir. Birlikte ve barış içinde yaşamanın şartlarını yaratmak, daha ileri aşamalara taşımak kararlılığını da göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti, Milli Güvenlik Kurulu'nda bir 'devlet kararı' haline dönüştürerek kendi Kürtleriyle barış yolunu aramıştır. Bu tarihi barışa erişmek için silâhlı Kürt hareketiyle masaya oturmuş, doğrudan görüşmeler yapmış, bir takım anlaşmalara varmıştır. Süreci en ileri noktalarına vardırmıştır. Velhasıl bu devlet, 'birlikte yaşama' iradesini ortaya koymuş, bunu bütün dünyanın gözleri önünde kanıtlamıştır. Birlikte yaşamanın zeminini de evrensel standartlarda 'demokratik hukuk devleti' olarak koymuştur. Geçen on – on beş yıldaki seçim sonuçları olsun, sokaktan yansıyan 'nabız' olsun, arka arkaya yapılan seçimlerden çıkan sonuçlar olsun halkın kahir ekseriyetinin demokratik hukuk devleti zemininde bir arada yaşam iradesine destek verdiğini de göstermiştir. Ancak barış tek tarafın iradesiyle olmaz. Çözüm süreci tarihi bir 'Türk- Kürt barışı'na evrilememişse bunun müsebbibi Türkiye Cumhuriyete devleti değildir. PKK bu süreçte tarihi rolünü Anadolu insanının yanında yer alarak, Türk- Kürt barışına erişme yönünde oynamamış, kendi örgüt çıkarlarını büyük güçlerin bölge politikalarıyla birleştirmiştir. Onların maşası olmayı kabul etmiştir. Sürecin 2013- 2017 arasındaki en önemli gerçeği budur.